ANASAYFA

Zahiri bilgi, Batın-i ilmin bilinmesine vesiledir…
Zahiri bilgi ve Batın-i ilim hakkında.
Duyu organlarla hisedilip algılanan, dünyevi bilgi ve akıl, sezgi güdüsüyle algılanan ise, batın ilmidir.
Zahiri bilgi ve batıni ilim olarak ikiye ayrılır. Ancak bilgi ile ilim birbirinin tamamlayıcısıdır, eşitidir, kardeşidir.
Zahiri bilgi…
Bir nesnenin-maddenin dış yüzü, yani görünen ve duyu organları ile hissedilip bilinen tarafı/yönü demektir.
Örneklersek…
Okumakla, öğrenmekle elde edilen akli ve nakli bilgidir.
Batıni ilim ise…
Bir nesnenin-maddenin gizli, bilinmeyen, iç, giz, sırlı tarafı, akıl ve mantıkla yani sezgi yoluyla elde edilen yani manevi boyutu, iç dünyası demektir.
Öneklersek…
Nefsi isteklerden, günahlardan yani nefsi emarelerden arınmış akla bağışlanmış olan sır ilmidir.
Özetlersek…
Her nesnenin bir ön yüzü olduğu gibi birde arka yüzü vardır. Yani bir görünen tarafı olduğu gibi, birde görünmeyen, bilinmeyen tarafı vardır. Görünen taraf Zahir, görünmeyen tarafı da batındır.
Her zahirin bir batını vardır dolayısıyla ilim ve amellerde zahir ve batın olarak ikiye ayrılır.
Zahiri ameller, bedenle yapılan iş ve ibadetlerdir yani nikah, ibadet, semah, oruç, vs. Batın-i ameller ise, kalplerde zuhur eden imandır.
Eğer bir kişi Kamil-i Insan mertebesine yani tanrısal hakikate ulaşmak istiyorsa, kendisini zahir ile sınırlamamalıdır. Görünenlerin yanında birde batın olanı da anlamaya çalışmalıdır. Sadece görünen, dışsal ile sınırlarsak hakikat sırrına ermek mümkün değildir. O zaman, zahir ve batın bir bütün olarak yaşanmalıdır.
Herşeyden önce, kişinin mümin sayılabilmesi için teslimiyet, muhabbet gibi, batıni amellere ulaşmış olup, Dört Kapı Kırk Makamdan geçmiş olması gerekir. Bu geçiş evrelerini aşıp hakikat kapısına varıp orda, Hakk ile Hakk olma evresine ulaşmasıdır.
Dolayısıyla zahiri ilim, Batın ilmine vesiledir.
Alavi deyimiyle Şeriat ve Tarikat yani ikrar kapısı zahir ilmidir ve Marifet ile Sırrı Hakikat kapıları ise, Batın ilmidir. Demek oluyor ki Şeriat kapısına varılmadan Tarikat kapısına varılmaz, Tarikat kapısına varılmadan Marifet kapısına varılmaz ve Marifet kapısına varılmadan Sırrı hakikatkapısına varılmaz...
Ehli Beyt yazarı ve Seyyid Seyfeddin Ocağı evlatlarından,
=Seyyid Hakkı=

Önce hizmet, sonra himmet...
Pir Hünkar; „Ayağa kalkacaksan, hizmet için kalk. Önce hizmet, sonra himmet yani mükafat” buyurmuştur.
Talip, Mürşidine himmet demiş ve Mürşid de, talibine önce hizmet demiştir.
Yol uluları ve inanç önderlerimizin buyurdukları gibi Mürşid ile Pirin himmeti, talibin niyet ve gayretine bağlıdır.
Tarladan bereketli ekin almak istiyorsak o zaman tarlayı herhaliyle temizlemek gerekir. Sonrasında nakbul olan tohum ekmek ve peşine gerekli sulama yapıldıktan sonra elbetteki gereken mahsul elde edilmiş olacaktır.
Dolayısıyla bir işi yaparken gerekli gayreti, çabayı göstermek gerekir. Yani çalışıp çabalamadan istenilen sonuç alınmaz. Demek ki hizmet olmadan, emek verilmeden, gayret gösterilmeden nimet elde edilemez.
Diğer bir deyimle iyi bir niytete, isteğe sonra gayret, çalışmak, çabalamak gerekir. Etrafımızdaki yardıma muhtaç insanlara, eş ile dosta, fakir ile fukaraya, hasta olana hizmet ettikten sonra önce Allah’tan, sonra Mürşid ile Pirden himmet ve sonrasında kısmet dileyebiliriz.
Mürşid ile Pirlerin inançsal görevi: Sosyal hizmetlerin yanı sıra, asıl hizmet Hakk ve hakikat yolunda insanları, ilim irfanla eğitip insanlığa hizmet etmelerini sağlamaktır. Çünkü ayağa kalkmak, hizmet etmek bilinci oluşmadan insanların ayağa kalkması ve gönülden hizmet etmesi mümkün değildir.
Dolayısıyla hizmet hidayetine ulaşmanın, inayete kavuşmanın, ayağa kalkmanın, istemenin, arzulamanın, harekete geçmenin, vs. temel unsuru ilim ve bilgidir.
Hizmet ile emeğin karşılığı, nasiptir...
Yunus Emre erenlerin ürün alamadığı bir kuraklık yılı, onun hayatının seyrini tamamen değiştirecek bir olaylar zincirini harekete geçirir. Yunus Emre bu kuraklık yılında, öküzünün sırtına bir heybe atarak kuraklıktan etkilenenlere geçimlik buğday veren Pir Hünkar Dergahı’nın yolunu tutar.
Yunus Emre’deki cevheri gönül gözüyle gören Pir Hünkar, ona dervişlerinden birini göndererek “Buğday mı verelim, nefes mi?” diye sordurur. Sorunun sırrından gafil olan Yunus; “Nefesi ne yapayım, bana buğday gerek” der. Dervişin bu cevabı getirmesi üzerine Pir Hünkar, teklifini tekrarlar.
Ancak Yunus Emre; “Çoluk çocuğum var, bana buğday gerek!” diyerek cevabını tekrarlar. Bunun üzerine Yunus Emre’nin isteği doğrultusunda gerekli Buğday alıp yola düşer ve köyün çıkışında gaflet uykusundan uyanır. Hemen Dergaha geri dönerek buğdayı indirir ve karşılayan dervişe, “Erenler, himmet ettiği nasibi versin, buğday gerekmez bana!” der.
Dolayısıyla durum Pir Hünkar’a bildirilince “O kilidin anahtarını Tapduk Emre’ye sunduk, gitsin nasibini ondan alsın!” cevabını verir. Bu cevap üzerine Yunus Emre, Tapduk Emre Dergahına giderek olan biteni anlatır. Tapduk Emre; “Halin bize malum oldu” der ve Yunus Emre’ye: “ Hizmet et, emek ver, nasibini al!” cevabını verir.
Sonuçta Hakk’ın hoşnutluğundan, himmetinden, mükafatından nasiplenmenin ve insanların razılığını ala bilmenin tek yolu hizmet etmek ve emek vermekle mümkündür.
Aşk ile, nasibini alabilene aşk olsun...
Ehli Beyt yazarı ve Seyyid Seyfeddin Ocağı evlatlarından,
=Seyyid Hakkı=

Utandıracak bir iyilik, iyilik değildir...
Iyilik, bir elin verdiğini diğer el görmemelidir. Eğer bir elin verdiğini diğer el görüyorsa bu iyilik, nefsi tatmin etmek içindir. Yani iyilik değildir.
Iyilik mefaat, çıkar ve karşılık beklemeden yapılan her türlü yardımlaşmanın adıdır. Beklenmeyen bir anda umutsuzluğun, telaşın, çaresizliğin başladığı ve bu durum karşısında muhtaçlı insanların tatmin edildiği pozitif bir eylemdir.
Ancak göstermelik, iyilik yapar gibi görünmek, insanın gözüne soka soka yani görsel yardımlar iyilik değildir. Bu yardımlaşma ticari, siyasi veya ideolojik bir davranıştan öteye değildir. Yapılan iyilik, başkalarının adına yol gösterici ve tevşik edici olmalıdır.
Makbul iyilik, iyiliği gören kişinin dahi farkında olmamasıdır. Demek ki karşılıksız yapılan iyilik, iyiliği yapan ve iyiliği gören kişilerin yaşamış olduğu mutluluk anıdır.
Dolayısıyla iyilik yapmanın sayısız türü, yolları vardır ve bunlar…
* Aç olanı doyurmak,
* Giysiye muhtaç olanı giyindirmek,
* Borcu olana yardımcı olmak,
* Yatacak yeri olmayana yatma imkanı sağlamak,
* Sokak hayvalarının ihtiyacını gidermek,
* Okumak isteyip okuma imkanı olmayana imkan sağlamak,
* Çaresizliğe çözüm olmak ve düşenin elinde tutup kaldırmak, vs. vs.
Demek ki isteyen duasıyla, isteyen parasıyla ve kimisi de kuvvet gücüyle yardım edebilir.
Na pahasına olursa olsun, gurur ve ego nekadar incinirse incinsin yapılan iylik başa kalkınmamalı ve yüzüne vurulmamalıdır. Çünkü başa kalkılan bir iyilik güçsüz, zayıf, duygul ve hisli insanların işidir.
Konu hakkında Cenab-ı Hakk, "Sadakayı açık verirseniz güzel olur, gizli verirseniz sizin için daha hayırlıdır" buyurmaktadır. Bakara Suresi 271. Ayet.
Iyilik yapan iyiliği bulur ve yolu, iyi insanlara çıkar. Insanoğlu, zaahiri alemde yaptığı iyilik ve kötülüklerle mükafatlandırılır. Ayreten herkes iyilik veya kötülük yapacak bir kayde yoktur.
Ancak doğal bir denge söz konusudur. Önemli olan da doğal dengenin bozulmamasıdır.
Insan ilişkilerinde saygı, hoşgörü, mütevazilik, gibi unsurlar önemlidir.
Doğa açısından çevre temizliği, geri dönüşüm, su tasarrufu, kağıt israfının önlenmesi, zararlı yakıtların kullanılmaması, plastik ürünlerinde titiz davranmak, orman katliamı yapılmamlıdır, vs. vs..
Hayvan açısından sokakta veya doğada yaşıyan hayvanları korumak, sahip çıkmak, sağlıksal olarak gerekli ilgiyi göstermek, sokak hayvaların aşısını zamanında yapmak, yaralı hayvanların yarasını sarmak, kısırlık gibi sorunları göz önünde tutmak gerekir.
Velhasıl Kainattaki doğal denge bozulmadığı müdetçe huzur içinde yaşamak, nefes almak mümkün olacaktır. Bu dengenin sağlanması, ilim irfanla olgunlaşmış akla sahip insanlarla mümkündür.
Sonuç itibariyle sorumluluğun, sahiplenmenin, korumanın sırrına varmak ve el ele disturuyla yardımlaşmanın, iyiliğin, insanlığı tohumunu Dünyaynın her bir yanına yaymak gerekir. Bunun adı, insanlığa iyilik yapmaktır.
Insanlık adına, hizmet aşkıyla...
Ehli Beyt yazarı ve Seyyid Seyfeddin Ocağı evlatlarından,
=Seyyid Hakkı=

Yaratılan her nesne, Yaradan’ın emanetidir…
Emanet, sorumluluk alanına giren her şey emanettir.
Emanetin sırrı ikrarda, ikrarın sırrı Kırklarda gizlidir. Kırkların sırrına varılmadan ikrar ve emanetin sırrına varılamaz.
Çünkü yer ile gök arasında kurulan denge, Hakk’a Belli diyen Kırklar’da gizlidir.
Bu sırra, nice canlar oldu aşikar. Bedenden bedene bürünerek gelmişler. Tekrar bir beden, iki başız deyip, ikrar vermişlerdir. Ikrar ve ikrarın sırrı, Muhammed Ali‘de gizlidir.
İkrarlığın sorumluluğu, insanlık davasıdır. Öncelikle ikrarbendliğin ilmine, sırrına varabilmek için yaratılan her canın, Yaradanın bir emaneti olduğunun bilincine varıp ve o inançla kinden, kibirden, kıskançlıktan, benlikten uzak durmalıdır. Cümle Yol Erenleriin izinde yürüdüğümüz Muhammed Ali yolunda, sol gözümüzle gördüğümüzü sağ gözümüze onaylatıp sır etmeliyiz.
Bu sırrı, kalbimize tastik ettirip görülen hata ve kusurları örtmeliyiz.
Bize uzanan eli, kendimizden bir adım daha önde tutmalıyız. Canlar birdir. Dolayısıyla bir canın, diğer bir candan üstünlüğü, farklılığı, aşağısı veya yukarısı yoktur.
Herkes, yüreğinde geldikçe beyanlarını ve Hakk kelamını dile getirir. Hakk insandadır. Yüceliği kalpde, kudreti beyindedir. Ancak bu aşkla yanan ve sırrına varan bilir. Her canın içindeki Aşk, ateşinide o kalbi nurlandıran bilir. Gönül birliğine varan, Canlara Allah Eyvallah.
Ye ile Gök yüzü arasında o müthiş dengeyi sağlayan, Evrende varolan bütün cisimlere hakim olan, kainatın varoluşuna şahit olan, binbir bedende zuhur eden, bilinen bilinmeyen sırlarının hakkı için, Kırklar meclisinde verilmiş olan ikrarlığın hakkı için bizlerin ikrarlığını daim eyle ya Şahı Merdan Ali.
Ahzap Suresi, 72. Ayette; “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler yani sorumluluğundan korktular. Onu insan yüklendi” buyurulmuştur.
Sonuç itibariyle insanoğluna yüklenen emanet sorumluluğu, düşünme ve kendini ifade etme yeteneğine sahip olmasındandır. Ikrar sorumluluğunun bilincine varan insanoğlu, insanlık davasına laikiyle sahip çıkmış ve çıkmaya da devam etmektedir.
Unutulmasın ki Allah’ın nazarında değerli, sevimli olan, müminlerin nazarında da değerli ve sevimlidir.
Aşk ile, insanlık davasına sahip çıkan müminlerin demine Huu...
Ehli Beyt yazarı ve Seyyid Seyfeddin Ocağı evlatlarından,
=Seyyid Hakkı=

Insanların dili Allah, kalbi para pul diyor...
Işin gerçeği, dil hakikati söylüyor fakat özünde hakikat var mıdır? Mesele öz oldğuna göre, özde hakikat olmalıdır.
Günümüz insanı, akıl ile beden gücüyle üretimde ve yaratıcılıkta katkıda bulunmak yerine basit yoldan yani yorulmadan ve kırılmadan geçinmeyi kendine amaç edinmiştir.
Bu amaç tembel, faydasız, yani dünyanın sıtına yük olmuş akıl fukaralarının amacıdır. Iim ve bilim ışığını kendine rehber edinmiş insanların amacı ise, Dünyaya yük olmak yerine üretimde bulunmak, yaratıcılık ruhuna sahip ve insanlığa faydalı olmaktır.
Insanlara faydalı olmak, insanların manevi değerleri üzerinden din telalcılığı yaparak insanların iyi niyetini kendi nefsine peşkeşçekmek veya tarumar etmek değildir.
Eğer bir toplumun manevi değerleri tarumar edilirse, maddiyat maneviyattan üstün tutulursa o zaman o toplumu ahlaksızlığa davet etmektir. Işte günümüzde mesele, fakir veya zenginlik değildir aklaksızlıktır. Diğer bir deyimle ahlaksızlık yani yalan söylemek, kasıtlı olarak hakikati çaptırmak, çamur atmak, iftira atmak, dolandırmak, yanıltmak, haklıya haksız demek ve doğruyu yanlışa boğdurmak insanların kimliği olmuştur.
Kim veya kimlerin dili yalan söyler?
Allah ismi doğruyu, hakikati, gerçeği, vs. temsil ettiği için insanlar da olumsuz sonuçlardan veya cezalandırılmaktan kurtulmak adına Allah’ın ismini kullanırlar. Ancak inandırıcı bir kişiliğe sahip olan insanlar, yalan söyleme gereği duymadıkları gibi Allah’ın adını da kendi suçlarına ortak etmezler. Demek ki kişiliksiz, aciz insanlar yalan söyler ve Allah’ı da kendilerine yalancı hakim tutarlar.
Kimler, para pul için yalan söyler?
Manevi değerin manasına varmamış, ilim ile bilimden nasibini almamış ve nefsine köle olmuş insanlar para pul için yalan söylerler. Çünkü onların hedefinde onurlu yaşamak yerine beslenmek ve barınmak vardır. Oysa onurlu yaşamak isteyen veya yaşıyan insanlar, maneviyatı maddiyattan üstün tutarlar.
Kimler, Allah ile insanları kandırıp din tücarlığı yapar?
Halklar ilimle donatılmayınca, duygusallıkla hareket ederler yani aklıyla değil de hisleriyle hareket ederler ve buda duygu sömürüsü demektir.
Allah ile aldatma planının veya engelinin aşıla bilmesi için sadece bağlılık ve teslimiyet çare değildir. Tek çare, aklı olgunlaştırmak ve erdemleştirmektir. Allah, aklını kulana bilenler kullanmada acizlik yaparlarsa, cezalanır diyerek Allah ile aldatma duygusallığının aşılması için, olgunlaşan aklın kaçınılmaz olduğunu, insanlığın vicdanına işletmiştir.
Dolayısıyla en büyük zaaf, dinin uyanma ve sorgulama aracı olarak değil de uyuma ve susma aracı olarak kullanmasıdır.
Allah ile en tehlikeli aldatış şu ikisidir…
Birincisi, düya nimetlerinin araç yapıldığı aldatış.
Ikincisi, Allah’ın araç yapıldığı aldatış. Araç olarak sergilenen aldatış ve aldanışın en yıkıcısı ‘Allah ile aldatma’ dır.
Tüm bu gerçeklerden yola çıkarak şunu söyliyebiliriz: Allah ile aldatma, hiçbir ödün uzlaşmayla aşılamaz. O, deyim yerindeyse ölümsüz bir beladır. Çünkü ölümsüz olan bir aracı kullanmaktadır. Oysaki diğer aldatmaların zararı bir şekilde sona erer. Çünkü onların ne kendileri ne de araçları ölümsüzdür. Yani Allah ile aldatmanın temel dayanağı, dine yalan söylemektir.
Kendi çıkar ve menfaatlarına engel ve tehlikeli olarak gördükleri; Insan, dernek, kurum, kuruluşlar, vs. karşı karalamalar, iftiralar, suçlamalar yapılır ve suçlama aracı olarak, Allah ve Kur’an-i Kerim’dir.
Sonuç itibariyle insanlar ilimle donatılmayınca, duygusallıkla hareket ettikleri müdetçe yani aklıyla değil de hisleriyle hareket etikleri müdetçe, duygu sömürüsü devam edeçektir.
Unutmayalım ki islmiyet yani din, akıl dinidir. Demek ki aklı olmayanın dini de yoktur. Yani bir hayvandan farkı yoktur. Çünkü hayvanların da dini veya inancı yoktur.
Aşk ile, Hakk ile hakikatin demine Huu...
Ehli Beyt yazarı ve Seyyid Seyfeddin Ocağı evlatlarından,
=Seyyid Hakkı=

Alevilerde, 21 mart günün anlam ve önemi…
21 Mart gününün anlam ve önemi, Şahı Merdan ile Toprak anayla alakalıdır. Dolayısıyla Şahı Merdan Ali ile Toprak ananın doğum günüdür.
21 Mart, Şahı Merdan Ali’nin doğum günü algısı…
Şahı Merdan Ali’nin doğum günü algısı O’nun faziletlerine, hikmetlerine, ilmine, irfanına, edep erkanına, mevcudatın dirilişine yansıması, vs. dayandırılıp zahiri anlamda sembolik bir doğum günü atfedilmiştir.
Alevi inancına göre Şahı Merdan Ali, ilahi güce sahip olmasıyla birlikte yer ile gök henüz su iken Yeşil Kubbe’de nur olarak varolduğu gerçeği yatmaktadır. Dolayısıyla varoluş ötesine ait bir nurun doğum ve Hakk’a yürüme günü olamaz.
Bu gerçeği doğrulayan diğer bir kaynak, Şahı Merdan Ali‘nin her dönemin peygaberiyle sır olarak gelip gitmiş ve onlara Rehberlik yapmış olmasıdır.
Dolayısıyla Şahı Merdan Ali, insanlık alemi için Velayet nuru olarak zuhur etmesi en güzel mükafattır. Insanlık alemine, mübarek ve kutlu olsun.
Şahın yolunda olmak, izini sürmek, ilmine talip olmak, irfanından nasiplenmek, insanlığa hizmet etmek huzurdur, mutluluktur ve yaşamın manasına varmaktır. Varabilene aşk olsun.
21 Mart gününe anlam kazandıran sebepler vardır...
Bunlar; Şahı merdan Ali nin, yeryüzüne zuhur ettiği gündür.
* Şahı Merdan Ali zahiri alemdeki Seyyide Fatma-tüz Zehra ananın evlilik günüdür.
* Gece ile gündüzün esitlendigi gündür.
* Doğa ile tabiatın dirildiği, uyandığı, hayat bulduğu, yeserdiği ve guzelleştiği, toprak altında ve toprak üstündeki bütün canlı mahlukatların can bulduğu gündür.
* Şahı Merdan Ali’nin, Batın aleminden zahir alemine tezahür ettiği gündür.
* Iki Cihan serveri Muhammed Mustafa, Hakk’ın emri üzerine Gadiri Hum’da velayet makamını, Şahı Merdan Ali’ye bağışladığı hidayet günüdür. Bu gün, bayram ve şenlik eşliğinde kutlanır.
Bu ve buna benzer anlam ve sebeplerden ötürü Şahı Merdan Ali yeniden dirilişin, yaşamın hayat bulduğu, canlandığı günün sembolü olmuş ve bu güne, Nevruz denilmiştir.
Yeniden diriliş olarak kabul edilen bu yeni günde gece ile gündüzün eşitlendiği, uzun ve çetin kış koşulları arasında ilk baharda bereketli toprakların sessizliğinde kardelen çiçeklerinin tomurcuklarını açtığı, tarım ve hayvancılığa dayalı toplumların yeni bir yıla umutlarla başladığı, yağmurların bereketlerini saçtığı günlere denk gelmesinin elbet etkileyici yanları vardır.
Dolayısıyla Nevruz bayramı, kimi toplumlarda din ağırlıklı olurken kimi toplumlardada tamamen siyasel, ideolojik veya sosyal içerikli kutlanır. Bu farklı algılara rağmen tüm toplumların birleştiği ortak nokta, Barış ve hoşgörü istemleridir.
Işte Şahı Merdan Ali, hidayet ile dirilişin ilahi nuru ve Nevruz bayramı ise, Barış ile hoşgörünün bayramıdır. Burada hidayetin, dirilişin, uyanışın, bereketin, bolluğun, vs. barış, huzur ve hoşgörü içinde karşılanmasıdır.
Sonuç itibariyle Şahı Merdan Ali yeniden dirilişin, yaşamın hayat bulduğu ve canlandığı günün sembolü olmuştur. Bu güne, Nevruz denilmiştir. Insanlık alemi için barışa, dostluğa, huzura vesile olsun...
Ehli Beyt yazarı ve Seyyid Seyfeddin Ocağı evlatlarından,
=Seyyid Hakkı=

Alevi inancındaki kutsal sayılar ve manaları…
Bu kutsal sayılar…
Üçler, Beşler, Yediler, On iki Imamlar, On dört Masum-u Paklar, On yedi Kemerbestler ve Kırlardır.
Üçler…
Hakk Muhammed Ali’yi simgeler.
Aynı nur olduğu için, üçü bir kelime olarak söylenir ve birlemedir. Insanlar açısında bu birleme, iman etme ilkesidir.
Allah’ın birliğine, Hz.Muhammed Mustafa’nın peygamberliğine ve Şahı Merdan Ali’nin veliliğine inanıp iman etmektir.
Insan Tanrıcılık, toplumsal diyalektiğin dışa vuruşunu anlatan üçleme. Tanrı-Evren-Insan birliği. Hakk Muhammed Ali, Kamil-i Insan’lık yolu manasındadır.
Beşler…
Diğer bir ismiyle Pençe-i Ali Aba‘dır.
Pençe-i Ali Aba; Şahı Merdan Ali, Fatma-tüz Zehra, Imam Hasan, Imam Hüseyin ve kendilerinden devam eden “Nesli Pak” olmaları konu edinmiştir.
Ali Aba; Hz-Muhammed’in abası/hırkası altında olanlardır. Ehli Beyt, Seyyid-i Saadet Evlad-ı Resul demektir. Pençe-i Ali Aba ise, Hz.Muhammed Mustafa’nın abası/hırkası altındaki beş kişi demektir. Dolayısıyla Hz.Muhammed Mustafa’nın soyunu, devam ettiren nesli pak topluluğudur.
Yediler…
Hz.Muhammed Mustafa, Şahı Merdan Ali, Fatma-tüz Zehra, Imam Hasan, Imam Hüseyin, Selaman-i Farisi ve Kanber’dir.
Hz.Muhammed Mustafa’ya ve Ehli Beyt’ine gönülden bağlı ve yoluna serini koyan Selman-i Farisi ve Kanber, Ehli Beyt’e dahil edilmiş ulu zatlardır.
On Iki Imamlar…
Hz.Muhammed Mustafa‘nın Ehli Beyt’idir. Sevgili kızı Fatma-tüz Zehra ve Şahı Merdan Ali’nin soyundan gelen on bir kişiden her birine bağışlanmış olan hizmet sıfatıdır.
Atası Şahı Merdan Ali evlatları Imam Hasan ile başlayıp Imam Muhammed Mehdi‘yle tamamlanan imamların sayısı On birdir. Şahı Merdan Ali, Velayet makamının sahibi olduğundan ötürü sıfatı, Imam değil Veli sıfatıdır. Ancak Atası olmasından ötürü On bir Imamla birlikte anılır ve On Iki Imam olarak zikredilir.
Şahı Merdan Ali ile birlikte anılan, On bir Imam isimleri…
1- Şahı Merdan Ali, Imamların atası ve makamı, Velayet makamıdır.
2-Imam Hasan,
3-Imam Hüseyin,
4-Imam Zeynel Abbedin,
5-Imam Muhammed Bakır,
6-Imam Cafer-i Sadık,
7-Imam Musa-i Kazım,
8-Imam Ali-ül Rıza,
9-Imam Muhammed Taki,
10-Imam Ali-ül Naki,
11-Imam Hasan-ül Askeri ve
12-Imam Muhammed Mehdi’dir.
Imam sıfatının anlamı; Üstün niteliklere sahip, Allah’ın sırlarına yakın, insan üstü fazilet ve yeteneklere sahip yol önderi manasındadır.
Imamların görevi; Insanları yolun ilim irfaniyla irşad etmek, olgun ve medeni insan konumuna gelmelerini sağlamaktır.
On dört Masum-u Paklar…
On iki Imamların ergenlik çağına varmadan Emevi hükümdarlarınca, küçük yaşta şehit edilen masum çoçuklardır. Ehli Beyt’in masum çocuklarının şahsında, katledilmiş olan Ehli Beyt bendesinin masum çocukları da anılmaktadır.
Emevi ve Abbasi halifeleri, zulüm ve katliamlarını sadece Ehli Beyt’in büyüklerine değil, onların masum çocuklarına karşı da uygulamışlardır. Küçük yaşta şehid edilen, sayıları on dört kişiyi bulan bu gencecik masum çocuklar, Alevilerde; Suçsuz, günahsız, temiz, saf, arınmışlığın ve masumiyetin sembolüdürler.
Insanlığı yarınlara taşıyan, On dört Masum-u Pack; Saf, temiz, günahsız ve suçsuz çocukları acımasızca katleden Emevi Arap saltanat hükümdarları insanlığa karşı dolayısıyla insanlık tarihinde büyük bir suç işlemişlerdir. Lanetliyor ve kınıyoruz.
On yedi Kemerbestler…
Şahı Merdan Ali tarafından ikrarı alınmış, nasip olarak belleri “Tevella ve Teberra” ikrar kemeri ile bağlanmış; Hz.Muhammed Mustafa’ya, Şahı Merdan Ali’ye ve Ehli Beyt’e bağlılıkları ile tanınan, kırklar meclisine katılmış olan On yedi Ulu zatlardır.
Dolayısıyla Şahı Merdan Ali’nin fikrini, düşüncesini, felsefesini, inançını, itikatini paylaşan hizmet ve mücadele arkadaşlarıdır.
Ilim irfanı temsilen kemer, hırka ve tac bilindiği gibi kemalete ulaşmış, hakikate ermiş kişilere giydirilir.
Kırklar…
Kırklar; Allah’ın sırrına, hikmetine, kelamına-ilmine ulaşmış Ulu zatlardır. Bu Ulu zatlar; Beşeri sıfatta görülür durumdayken, batın alemde sırrullah olup kimseye görünmezler. Yani dünyevi alemde sıfata bürünürlerken, ruhlar aleminde bu sıfat yok olur. Onları, ancak gönül gözüyle görmek mümkündür. Bu gibi Ulu zatlar, ölmezler ancak don değiştirirler.
Hakk makamına ulaşmış, Hakk’ın benliğinde beşer sıfatını kaybederek Hakk ile beraber olmuş Ulu evliya Şahı Merdan Ali’dir.
Kırklar, batın alemi karşılığı kullanılan, Velayet Makamı yani Ermişlik, Arifi billah mertebesidir. Bu öte-dünyada, zaman dışı bir evrende geçmekte olan bir ilahi muhabbetin zahire yansımasıdır.
Kırklar, Gayp erenleri yani Rica-ül gayp alemidir. Diğer bir manada ise, Kırklar meclisi; Batın yani gizli, görünmeyen anlamındadır. Velayet makamı, ermişlik ve Arifi billah mertebesidir.
Dolayısıyla Alevi inancına göre Allah’ın ruhları yarattığında yaratılmış olan, her devir ve zamanda yeryüzünde bulunduklarına inanılan ermişler, evliyalardır. Batın alemi yani Gayb erenleridirler diğer bir deyimle Güruhu Naci’dirler.
Bu kırk ermiş dünyanın çeşitli zamanlarında insan suretinde yeryüzüne gelmiş, Hakk’a yürümelerinden sonra da değişik donlarda zuhur edip başka kimliklerle yaşadıkları ve dünya döndükçe yaşayacakları kabul edilmektedir.
Zahiri anlamda Kırklar, Hz.Muhammed Mustafa’nın Medine de islam dinini yani Allah’ın kelamını, sırlarını anlıyabilecek ve algılayabilecek kişilere anlatması gerekiyordu. Bu kırk ulu zatlar; Başta Hz.Muhammed Mustafa, Şahı Merdan Ali ve Ehli Beyt olmak üzere, Mekke ve Medine’de imanlı, güvenilir zatlardan oluşturulmuş gönül topluluğudur.
Kırklar topluluğu; Nefsi emarelerden, alışkanlıklardan, huylardan, davranıșlardan, vs. arınıp ilim irfanla yetkin hale getirilmiș ve Hakk ile hakikat yolunda ikrarbend olmuş gönül dostlarıdır. Bu topluluk 17 kadın, 22 erkek ve Hz.Muhammed Mustafa ile birlikte kırk ulu zatlardır.
Ehli Beyt yazarı ve Seyyid Seyfeddin Ocağı evlatlarından,
=Seyyid Hakkı=

Cahillikte, birbiriyle yarışan bir Bidatcı ümmet…
Asıl konumuza geçmeden önce konuya hakim olmak için üç önemli kavramları açıklamakta fayda vardır.
Bu kavramlar Biatçılık, Bidatçılık ve Takvacılık…
Biatçılık Peygamberlerin tebliğ ettiği dine uymak ve yaşamına uygulamaktır. Alevi deyimiyle ikrarını vermek ve ikrarına bağlı kalmaktır.
Bidatçılık sonradan dine eklenmiş, mal edilmiş veya din adına yapılmış değişikliklere bidatçılık denir. Dinde yeri olmayan ve dine aykırı bir kavramdır.
Takva kula kulluktan yani şirkten, kötülüklerden, kötü huylardan, vs. kaçınmak ve sakınmak halidir.
1500 sene önce, Hz.Muhammed Mustafa, ilim Çin’de olsa dahi gidin alın” buyurmuş. 1500 sene sonraki ümmet kadınların okuması caiz değildir deniliyor!
1500 sene önce Şahı Merdan Ali, „Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” buyurmuştur. Fakat 1500 sene sonraki ümmet, 9 yaşındaki kız çocukla evlenilir mi yoksa evlenemez mi gibi bir sapıklığın içine düşmüştür.
1500 sene önce Hz.Muhammed Mustafa, „Fatma benim annemdir“ yani baş tacımdır buyurmuştur. Fakat 1500 sene sonraki ümmet kadını meta gibi görüp köleleştirmiştir.
Çalışmadan, alın teri dökmeden, zahmet çekmeden zengin olan menfaatcı ümmet yani din tücarları, Zengin oldular fakat zekat vermedikleri gibi halen zekat topluyorlar. Kendilerine Zekat veren gariban, fakir insanlara da utanmadan, sıkılmadan halinize şükredin diyorlar.
Bu rezilliği kabul etmeyen, içine sindirmeyen, adaletsizliktir, vurgunculuktur, talancılıktır diyen insanlar afaroz ediliyor, suçlanıyor, vatan haini diye suçlanmaktalar. Din elden gidiyor diyerek insanları duygu sömürüsüne maruz bırakıyorlar.
Dolayısıyla alın teri dökmeden, zahmet çekmeden, çalışmdana zengin olan din telalcıları yüzünden insanlar dine düşman oldular. Ümmet nereye gidiyor diyen yok, sorgulayan yok. Allah Allah, yalah yalah zihniyeti almış başını gidiyor.
Oysa Hz.Muhammed Mustafa, Şahı Merdan Ali, On Iki Imamlar ve Ehli Beyt insanların duygularını sömüren, manevi değerleri tarumar eden ne bir din ve ne de bir ümmet bıraktılar. Bu ümmet Vahibi, Emevi, Kureyş ve Abbasi hanedanlarının islam dini adı altında insanlara dayattığı Arap ırkçılığı ve gelenek görenekleridir.
Günümüzde okumayan, araştırmayan, sorgulamayan bidatçılık yani kula kulluğu kabul eden bir ümmet söz konusudur.
Bidatçı ümmet Hıristiyan, Yahudi, doğa inançları, vs. kafir-Gavur diye beddua edip katli vaciptir diyorlar. Ancak ceplerinde kafirlerin ürettiği cep telefonu, altında onların ürettiği araba, ellerinde onların silahı, evlerinde onların kap kacakları, makineleri, cihazları, vs. vs.
Bidatçı ümmetin Kafir-Gavur dediği insanlar yıldızlara gittiler, gezegenleri kefş ettiler, her dalda devrimler yaptılar ve türlü türlü mucizelere imza attılar.
Fakat Bidatçı ümmet ise aklını kullanan insanları katlettiler, sürgün ettiler, kalemi kırdılar, ilmin üstünü cehalet çamuruyla sıvazladılar ve Bidatçı ümmetin en büyük devrimi, belden aşağı bacak arası devrimidir.
Kafirler-Gavurlar bilim dalında üstünlüğü yakalamak için gece gündüz akıl yorarlarken, Bidatçı ümmet kadının saçı gözükmesin, baş örtüsü eksik olmasın gibi kişileri ilgilendiren durumlar için gece gündüz yalan, asılsız fetva ve hadisler ürettiler.
Kafiler-Gavurlar kadının ilimde ilerlemesi ve ilim Dünyasında hak ettikleri yeri almaları için büyük çaba ile gayret içindeyken, Bidatçılar kadının yeri mutfakdır diyorlar.
Kafir-Gavurlar insanların rafası için ilim ile bilime değer verirken, Bidatçı ümmet namaz kılın, oruç tutun, zekat verin, Haca gidin ki cennete gidesiniz, sayısızca Huriler sizi bekliyor diyerek insanları cehaletein bataklığına ittiler ve halen de itmeye devam ediyorlar.
Bidatçı ümmet insanları kendilerine köle-tutsak haline getirmek için her türlü yalanı söylediler, kandırdılar ve uyuttular. Fakat insanlara ibadeti öğretmeden önce, edepli olmayı öğretmediler.
Bir cami hocasının Caminin duvarına astığı bir tabelenin üstündeki önemli bir mesaj aynen şöyledir.
Çocuklarımıza, ibadet öğretmeden önce ahlâklı olmayı öğretelim yoksa Çocuklarımız;
* Namaz kılan bir hırsız,
* Oruç tutan bir sapık,
* Hacca giden bir yalancı,
* Kurban kesen bir tefeci ve
* Şehadet getiren bir terörist olabilir!
Sonuç itibariyle Allah’ı Allah ile aldatmayan, din sömürüsü yapmayan, dinini yaşayan, kula kulluk etmeyen, yalan fetvalar uydurmayan, insanların manevi değerlerini tarumar etmeyen, duygu sömürüsü yapmayan, vs. kim olursa olsun hepisini tenzih ediyoruz ve yapanları da lanetliyoruz.
Gelin aklını kullanan, bilim dalında mucizelere imza atan, ilimle aklını olgunlaştıran, okuyan, araştıran, SORGULAYAN, Hakk ile hakikati sahiplenenlerden olalım. Ilim çerağımızı yakalım, insanların refah, huzur içinde yaşayabilmeleri için aklımızın zekasını kullanalım.
Ilim ile bilim ışığı, klavuzumuz olsun…
Ehli Beyt yazarı ve Seyyid Seyfeddin Ocağı evlatlarından,
=Seyyid Hakkı=