3- Pir Sultan Abdal -1
Pir Sultan Abdal -1
Bir tohum uçtu Horasan’dan, savrula savrula gelip düştü, Anadolu toprağına....
13’üncü yüzyıl...
Anadolu, feodalizmin at oynattığı bir alan. İnsanlar inançlarından, düşüncelerinden, dillerinden, hatta cinsiyetlerinden dolayı eziliyor, horlanıyor, sömürülüyor.
Karabulutlar; Anadolu’nun üzerine öyle bir çökmüş ki, kalkmak bilmiyor.
Türkmen köylerinin kurnalarından, sudan çok zehir akıyor!.. işte karanlığın böylesine koyu olduğu bir anda, bir tohum uçtu Horasan’dan, savrula savrula gelip düştü, Anadolu toprağına...
Toprak verimli olduğundan tohum, kısa bir süre içinde ışkın sürdü, büyüdü, dal-budak saldı çevreye ve oldu koskoca ölümsüz bir ağaç. Öyle bir aüaç ki, her soludukça; aydınlığı, güzelliği, iyiliği, kardeşliği, özgürlüğü saçtı her yana.... Öyle bir ağaç ki; sevgi, saygı, mutluluk sundu insanlara....
Yüreği pak olanlar, bu görkemli ağacın gölgesinde serinlemek için, adeta yarışırken, karanlıktan medet umanlar; O’nun etkinliği tükensin diye, yoğun bir çaba içine girdiler. Ama O yılmadı, usanmadı ve dalını-budağını kırmak isteyenlerle sürekli mücadele etti. Kan dökmeden, kin gütmeden...
İşet bu ağaç, ulu Pir, Hünkar Hacı Bektaş Veli’ydi:
“Yiğit o dur ki, kırılmaya değer bir kimseyi bile kırmaz.”
“Adalet her işte Hakk’ı bilmaktie.”
“ İnsan, yerde ve gökte Tanrı’nın vekilidir.”
“ İbadet, cennet için değil Hak için olmalıdır.”
“ Mürşitlik, alıcılık değil, vericiliktir.”
O, insanları hiçbir zaman Ortaçağ karanlığı içinde görmedi. Onları daha ileri bir düşünce, etkin bir uğraş içine itti.
Anadolu kadınlar, hangi haklara sahip olduklarını ilk kez Hacı Bektaş Veli’den öğrendiler. “Kadınlarınızı okutun!”, “Senin yerin kapının eşiği değil, başımızın üzeridir.” Şeklinde sözler Hacı Bektaş Veli’nindir.
“Eşitlik” sözcüğü de ilk kez gercek anlamda Hacı Bektaş Veli’nin kafasında şekillendi ve hayat buldu.
O’nun kanatları altındaki tüm canlar, birlikte üretip birlikte tükettiler. Örneğin, yemekler aynı kazanda pişti ve kadın-erkek, genç-yaşlı, pir-mürid, dede-talip farkı gözetmeksizin, herkese eşit bir şekilde dağıtıldı. Hacı Bektaş Veli’nin kendisi de dahil, bile bile hiçbir kimseye aşın etlisi, ekmeğin pişkini verilmedi... Her bir sözü altın değerindeydi:
“ Çalışmadan geçinenler, bizden değildir.”
“ Şu beş nesne, olanların en yazık olanıdır: Güneşe karşı yanan ışık. Görmeyen göze karşı güzel yüz. Çorak tarlaya karşı bol yağmur. Karnı tok olana karşı nefis bir yemek. Ahmak adama karşı doğru söz!”
“ Okunacak en büyük kitap insandır!”
Barış güvercinleri, gercek anlamda, ilk kez Hacı Bektaş uçurdu. Doğu’da Moğol baskıları, içeride beylikler arasındaki kavgalar, Selçuklu yönetiminin estirdiği terör çekilmez hale gelmişti. Köylünün malı talan edilip, insanlar öldürülürken; O, düşmanlarının da insan olduklarını unutmadan, sürekli olarak, “Aman ha, kan dökmeyesiniz!” deyip çevresindekilere öğüt veriyordu.
O; ırk, dil, din, felsevi inanç farklılığı gözetmeksizin, insan sevgisini gönüllerde yeşertti. Hünkar, çağdaş bir idealin, olgun bir felsefenin sahibi olarak büyük isim yaptı. Ünü dalga dalga Anadolu’nun uç yerlerine , Balkanlar’a ve Arap-Acem topraklarına yayıldı. Etkisi ise yüzyıllar boyu sürüp geldi.
Hacı Bektaş Veli’den üçyüz yıl sonra
Gerçi, O’nun yaydığı düşünce gelişip güç kazandı ama, Hacı Bektaş’a karşı olanlar da, yeni yöntemler geliştirip, köylüler üzerindeki zulüm ve baskılarını sürdürüyorlardı.
Hacı Bektaş’ın öğretisini, bir sonraki kuşağa aktarma görevini üstlenenler, aynı amaç uğruna ter döküp hamı has, çirkini güzel, miskini çalışkan kılmak için didinirken; emekçi köylünün hayrını istemeyenler, ışkın süren bu dallar kurusun diye ellerinden geleni ardlarına koymuyorlardı.
“Can marifet ile dirilir. Marifetli can erenler canıdır. Marifetsiz can hayvanlar canıdır.”
Bu arada, dedeler, aşıklar, Hacı Bektaş Dergahı’nda pişip içazet sahibi olanlar, Hacı Bektaş öğretisini, tüm boyutlarıyla anlatıp; halkı, kendi benliklerini yetirmeden, “Bir olmaya, diri olmaya, iri olmaya” çağırıyorlardı.
“ Yola birlikte gidilir.”
“ Karanlıkta yürüyen, yolunu şaşırır.”
“ Oturduğun yeri pak, kazandığın lokmayı hak et!”
“ Kendine reva görmediğini, başkasına reva görme!”
İşte, Hacı Bektaş Veli’nin çizdiği bu aydınlık, bir an bile Pirlerden birisi de, Yıldızeli’ni yurt edinmiş olan ay yüzlü Seyyit Ali Sultan Dede’ydi...
Otuz yıllık can yoldaşını, bir yıl önce Hakk’a uğurlayan Seyit Ali Sultan Dede’nin, Ballıhan ve Ümmühan adında iki kızı vardı. Kızlar öyle güzeldi ki, her biri birer ay parçası....
Seyit Ali Sultan Dede, Kızılbaş-Bektaşi geleneğinin sürmesi için, gece-gündüz demeden çalışıyor; Cem yönetiyor, aç doyuruyor, küsleri barıştırıyor, köylülerle yönetim arasında köprü görevi yapıyordu.
Haydar’ın gözleri sevinçten öyle bir ışıdı ki!...
Günlerden bir gün, Yıldızeli’ne bağlı Banaz köyünden Haydar adındaki yağız delikanlı, Seyit Ali Sultan Dede’nin dergahına geldi. onun huzuruna çıkmak istediğini Ballıhan babasına iletti. Divanda başkalrı da oturuyordu. İçlerinde Haydar’ı tanıyanlar da vardı. Haydar, kapıdan içeriye girince, elini göğsüne pençe yapıp “Hu” çekti. Eğilip el-etek öptü. Daha sonra da ayağa kalktı ve dedenin karşısında dara durdu, nefes almamacasına....
Dede:
* Buyur can, dilediğin nedir? diye sordu. Haydar bir iki yutkunduktan sonra dili çözüldü ve şunları söyledi:
* Erenler, adım Haydar’dır. Banaz köyündenim. İzniniz olursa ben de dergahınıza katılmak dilerim. Yaşım yirmiyi aştı. Gerçi neyin ne olduğunu az-çok bilirim lakin, kendimde büyük eksiklik görüyorum. Can gözüm kapalı... Dünyayı, insanları gönül gözü ile bilip tanımak dilerim. Himmet edin, dergahınıza gireyim. Gireyim de gönlüm dillensin, kafam aydınlık olsun... Destur verin ki, aşk odunda bir güzel pişip, kendimi bulayım....
Dede, Haydar’ı sabırla dinledi ve divandakilere haydar’ı tanıyıp tanımadıklarını sordu. “Tanıyoruz” dedi bir kaçı: “O da ded oğludur!” dede buna memnun oldu ve “Bismişah, Allah Allah” diye ünledi. Ardından da Haydar’ı tanıyanlardan, onun için helallık diledi:
Canlar hep birden “Hu” çekende, Haydar’ın gözleri sevinçten öylesine ışıdı ki, dergahtan taşan aydınlık bir anda Yıldızeli’ni bir uçtan bir uca sardı.
Haydar’ın durumunu gören dede, bir can daha kazanmanın verdiği sevinçle, için için mutlandı. Oturduğu yerden doğrulup diz çöktü ve ona şu öğüdü verdi:
* Bak Haydarcan!... Bu ocak öyle bir ocaktır ki, eğrilik kabul etmez. Yunus Emre efendimiz...
Sözlerini burada kesti. Sağ elinin işaret parmağının üst kısmını dudaklarına götürerek usulca öptü. Konuşmasını şöyle sürdürdü:
* Aha bu onun niyazı olsun. Hacı Bektaş Pirimizden devrolma Tapduk Emre Dergahı’na tam kırk yıl hizmet verdi. Bu arada odun da taşıdı. Ama hiçbir gün, eğrisini getirmedi. Bu kapı öyle bir kapıdır ki, eğri odun bile yaraşmaz. Bunu böyle bilesin. Eline, diline, beline sahip olasın. Bak güzel oğlumdedelerimiz ne demişler; gelme gelme, dönme dçnme! Gelenin malı, dönenin canı canı!... Dönmeyi muratlanacaksan, hiç bu yola revan olma. Bu yol çetin bir yoldur, yorulursun. Benden söylemesi. Pişman olmayasın! Dedenin, babanın kemiklerini sızlatmayasın!
Haydar kendisinden emin bir şekilde şu yanıtı verdi:
* Olmam Dedem. Her bişeyi düşünüp öyle karar vermişim. Dede oğluyum lakin, bilim ve görgüden yana çok bi eksikliğim vardır. Hünkar Hacı Bektaş Veli buyurmuş ki; “Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır!” bu yol demirden leblebi de olsa, dikenli de olsa yürüyeceğim. Bilim ve de gerçeğe canım kurban....
Haydar’ın bu denli kararlı olmasına çok sevinen Seyit Ali Sultan Dede, sağ elini göğsüne pençe yaptı ve şunları söyledi:
* Eyvallah Haydarcan. Sen bunu dedikten kelli, bizce hayır dilemekten başka yapaçak şey yoktur. Gerçeğe Hu!.. Otur bakalım şimdi. Niyazın ve darın kabul ola... Diz çök de otur, rahat et....
Haydar dardan çözüldü. Eğilip dedenin avucunun içini öperek birkez daha niyaz oldu. Sonra iki adım geri çekilip diz çöktü.
Dede:
* Berhudar ol Haydarcan. Lakin bir daha soruyorum. İkrarında kavim misin? gelirken köyünden, yakınlarından helallık isteyip aldın mı?
* Diledim. İkrarımda kaviyim.
* Bismişah Allah Allah!... Ya Allah, ya Muhammed, ya Ali!.... kendisi de bir bel oğlu olan Haydarcan’ın ayağı dergahımıza hayırlı gudumlü gele, bütün canlar irşad olup, birbirine zarar-ziyan vermeye!... Haydin canlar, pir aşkına birbirimize niyaz olalım ve şimdiden kelli, kapımızı Banazlı Haydar’a açık tutalım.
Bütün canlar “Hu” çektiler. Birbirine niyaz oldular. Haydar orada bulunan herkese niyaz oldu.
Haydar, o günden başlayarak, dergahın hizmetine girdi. Tam beş yıl gece-gündüz demeyip, o dostluk ve muhabbet kapısına eli erdiğince, gücü yettiğince katkıda bulundu.
Odun taşıdı, su getirdi, karasabana öküzleri koşup çift sürdü. Hasat kaldırdı, konuk ağırladı, aç doyurdu....
Harama hiç el sürmedi. Onun eliyle Seyit Ali Sultan Dede Dergahı’na bir tek haram lokma getirmedi. Eline, diline, beline sahip olmak; onun da diğer canlar gibi hiç aklından çıkarmadığı temel ilke oldu.
Bu arada cemlere katılıp “Hak kelamı” dinledi. Allah’ı, Muhammed’i, Ali’yi, Hacı Bektaş Veli’yi, Hasan ile Hüseyin’i, imamlar’ı, beşleri, kırkları, fatma Ana’yı, Sakine’yi ve de Muaviye’yi, mervan’ı, Yezid’i öğrendi.... İmam Cafer Buyruğu’nu okudu. Yunus Emre’nin, Kaygusuz Abdal’ın, Abdal Musa’nın nefeslerini öğrendi.
Güzeli çirkini, iyiyi kötüyü, haklıyı haksızı, zalimi mazlumu ve bunlara benzer daha nice çelişkiyi, ermişlerden dinledi.
Artık o’nun da “Can gözü” açılmış, o da “Gönül gözü” ile çevresine bakmaya başlamıştı.
En önemlisi, haydar da artık “Velilik” makamına erişmişti. Ancak bunun kendisi de ayırdında değildi. Ayrıca bu çileden kurtulmak gibi bir beklentisi de yoktu. Haydar, dergaha ve dolaysıyla halka hizmet, Hakk’a hizmet sayıyordu.
Bağlamanın döşüne öyle bir vurdu ki, dağ-taş, kurt-kuş durup onu dinledi
Haydar, tez zamanda bağlama çalmasını da öğrendi. Son günlerde, nereye gitse bağlamasını birlikte götürüyor, fırsat buldukça çalıp söylüyordu.
Uzun süre başkalarının nefeslerini okudu. Sonra birgün, kendisi de deyiş yakmayı denedi, başardı da... Ancak bunu uzun süre çevresinden gizledi. Nedeni de, söylediklerinin eksiksizliğinden emin olmayışıdı. Onun düşüncesine göre, herhangi bir iş, ya tam yapılmalı, ya da hiç yapılmamalıydı. Ya biri çıkar da “Bu nasıl nefes?... hiç böyle nefes olur mu?” derse Haydar nasıl bir yanıt verecekti?
Haydar tarlada çift sürerken, öküzleri karasabandan çözdü. Onlar tarlanın üst başındaki fundalık yerde otlarken, kendisi bir taşın üstüne oturup, deyişini söyledi. Tezeneyi bağlamanın döşüne öyle bir vurdu ki, dağ-taş, kurt-kuş susup onu dinledi. Ama o bunları sezemezdi. İçindeki Haydar’la başbaşa, bir başka dünyada gibiydi.
Haydar’ın sesini, insanoğlu adına bir tek karşı dağın yamacında davar otlatan çoban Rıza duydu. Ne var ki, o da sesin kime ait olduğunu anlayamadı. İyi kulak verdiği halde, yine de çıkaramadı. Bu ses, bu dağlarda yeniydi çünkü. Haydar ise, Rıza’nın aklının ucundan bile geçmedi. Çünkü Haydar’ın böylesine güzel nefes söylediği, gu güne dek hiç görülmemişti. Çoban Rıza içinden “Breh breh breh, adam ne güzel söylüyor” diye geçirdi. Sonra kendi kendine: “Bu kim ola ki?.. Yeni bir aşığa benzer ya, kim acaba? Adamdaki sese bak!... Ne güzel söylüyor. Sözleri de pek anlamlı” diye söylendi.
Haydar’ın bir bağlama edindiği, arada bir mırıldandığını biliyordu ama, bu kadar güzelini nasıl söylerdi? Üstelik bu nefes çok yeniydi. Son dörtlüğünde de “Pir Sultan” deniyordu. Haydar kim, nefes yakmak kim? kolay değildi, böylesi nefesleri söylemek? Ermiş olmak ise, her babayiğidin harcı hiç değildi. Rıza, Yunus Emre’yi, Balım Sultan’ı Abdal Musa’yı, Kaygusuz Abdal’ı ve daha nicelerini biliyordu, fakat Pir Sultan diye birini hiç duymamıştı.
Haydar’ın nefesi şöyleydi:
Uyur idik uyardılar
Diriye saydılar bizi
Koyun olduk ses anladık
Sürüye saydılar bizi
İrade verdi söyledik
Aşk deryasını boyladık
Çiçek olduk bal eyledik
Arıya saydılar bizi
Pir Sultan Abdal’ım şunda
Ulu divan sürer günde
O cihanda bu cihanda
Veliye saydılar bizi.
Kitap: Pir Sultan Abdal
Yazar: Battal Pehlivan
Ekleyen: Seyyid Hakkı