7- Pir Sultan Abdal -5
Pir Sultan Abdal -5
“Kızılbaş Türkmen’in hali pek yaman!”
Gözcü Hüseyin, kapıyı açınca müthiş bir şeyle karşılaştı. Şaşkınlığını gizliyemedi:
* Yine mi? diye sordu.
Alacağı yanıt belliydi. Gelenler, olanları kısaca anlattılar. Üzgün üzgün geriye dönen gözcü Hüseyin’in, Seyit Sultan Ali Dede’ye ve canlara ileteceği haber iyi değildi. Hüseyin hiçbir şey söylemese de, bunu belli ediyordu.
* Nedir Hüseyincan, ne var? diye sorulduğunda, Hüseyin yutkuna yutkuna şu yanıtı verdi:
* Asesler bu kez de Sofular’da can yakmışlar Pirim. Köy halkı kapıda bekler. Yare-bere içindeler. Derman umarlar.
Seyit Ali Sultan Dede ve canlar, Hafik’in diğer bazı köylerinde açılan yaraları sarmak için çare ararken, Sofular’dan da böylesi bir haber gelince, bir anda umutsuzluğa düştüler. Tümünün nutku kurudu sanki. Kısa bir süre sustular. Ansızın irkilen Seyit Ali Sultan Dede, kendini toparlayıp şöyle seslendi:
* Hadi içeriye alın, bekletmeyin onları. Zaten ahuzar içindeler, acıları taze. Bir de biz bekletmeyelim. Var git Hüseyin, tez kapıyı aç, içeriye gelsinler. Yorulmuşlardır. Ekmek-aş verin. Yaralarını sarın.
Hüseyin dışarıya seğirtip haber verince, köylüler saygıyla, eğile eğile dergaha girerek, Dede’nin karşısına dikildiler. Dede,
“Bismi Şah Allah Allah...
Geldiğiniz yoldan,durduğunuz dardan, çağırdığınız pirden, şefaat göresiniz.
Canab-ı hak, Hünkar hacı Bektaş Veli Sultan ikrarınızda ber karar eyleye.
Hünkar Hacı Bektaş Sultan, Hakk’a kul, Muhammed’e ümmet, Ali’ye talip eyleye...
Ceddi Cemalim yaramaza, uğursuza, pirsize duş getirmeye.
Gafil gadadan, görünmez beladan koruya.
İçinde bulunduğumuz sıkıntıdan tez kurtulasınız.
Canab-ı allah hayırlıdevlet nasip eyleye.
Darınız, niyazınız kabul ola.
Gerçeğin demine hu!” şeklinde gülbengi okudu.
Dardan çözülerek Dede’ye niyaz oldular. Sonra da geri geri çekilip diz üstüne oturdular.
* Rahat oturum erenler. Unutmayın ki, Pir divanındasınız, kadı divanında değil. Rahat oturun. Rahat olun ki, halleşip dertleşelim, yükünüzü üleşelim. Derdinize çare arayalım.
Köylünün durumu hiç iyi değildi. Kiminin kafası yaralı, kiminin kolu....
Asesler köyü terk ettikten sonra, birbirlerine akıl danışmışlar, sonra da durumu Yıldızeli Dergahı’na bildirmeye karar vermişlerdi. Kendilerinin yaralanması umurlarına değildi. Fakat iki bacının ölümü, tümünü mateme boğmuştu. Üstelik Mustafa ile Fatma’nın düğünü de yarım kalmıştı. Olup bitenleri en ince ayrıntısına kadar anlattılar.
Dede, şöyle seslendi:
* Erenler, canlar! Doğrusu biz de sizlere yardımcı olmamanın ezikliğini yaşamaktayız. Yurdun her yanından, her gün böylehaberler gelir. Sizin anlayacağınız Kızılbaş Türkmen’in hali pek yaman. Köylü ahuzar içinde. Osmanlı her gün biraz daha azgınlaşıyor. Şah İsmail’i, Hallac-ı Mansur’u, Abdal Musa’yı, Hacı Bektaş Veli’yi, Şeyh Bedreddin’i seviyorlar diye insanlarımız katlediliyor, köyler yakılıp yıkılıyor. Şeriata uygun ibadet yapmıyorlar diye cem sırasında, canlar baskına uğruyor. Umulmadık hakaretlerle karşılaşıyorlar....
Seyit Ali Sultan Dede’nin göz pınarları yaş doldu, bunu gizlemeye çalıştı, fakat beceremedi. Yaşlar aşağıya doğru süzülürken, sözlerini şöle sürdürdü:
* Erenler, anlattığınıza bakılırsa, pek yaman bir gün geçirmişsiniz. Anladığımız kadarıyla, durum iyi değil. Lakin, şu an size sabır dilemekten başka aklıma birşey gelmiyor. Az önce de belirttiğim gibi, yanlız siz değil, bütün Türkmenin durumu fena. Fakat bu böyle sürüp gitmeyecektir. Elbette çaresi bulunacaktır. Hele şimdilik dilenin. Yarası ağır olan varsa, gereken yapılsın. Bu gece “iyi ve kötü” iki olayı birlikte yaşıyoruz. Bizi bağışlayın. Siz gelmeden önce....
Eliyle Haydar’ın omuzunu tuttu, hafifçe sıktı.
* Canların da himmet ve arzusuyla haydarcan’a icazet vermeye hazırlanıyordum. Siz de duyasınız, can yoldaşımız Haydar, gayrı bir Abdal, bir Pir Sultan olmuştur. Onun da can gözü bir güzel açılmış, yüreği yoksuldan yana çarpmaktadır. Gayri güvenimiz tamdır ki, ikrarından dönmez Pir Sultan.... Duymuşsunuzdur. Kendisi de bir dede oğludur. yanıp pişmiş, Pir olmuştur.
Bütün canlar ellerini gögüslerine pençe yaptılar ve Dede’nin bu sözleri karşısında “Eyvallah Pirim” diyerek, söz konusu “İkrara” bağlılıklarını ifade ettiler.
Böylece Banazlı Haydar, dönmezliğe iman getirilip, yoksul adına baş koyan bir kişi olarak Banaz Degahı’nın postuna oturmaya aday oldu. O gece herkes Dede’ye niyaz olup, dergahtan ayrıldı. Konukları da kendi aralarında bölüşüp evlerine konuk ettiler. Atlar dergahın ahırına bağlanıp yemlendi.
Sabahleyin, uygun bir saatte bir araya gelinecek, birlikte Sofular köyüne gidilecekti. Hakk’a yürüyen bacılar, Türkmen şanına yakışır bir şekilde toprağa verilmeli ve de yeni bir Hak buyruğu olan Mustafa ile Fatma’nın düğünü sürdürülmeliydi. Çünkü ölenle ölünmezdi. Ölüm de, doğum da, evlenmek de yaşamın acı, tatlı birer parçasıydı.
Dinle, sana bir nasihat edeyim
Hatırdan, gönülden geçici olma
Yiğidin başına bir hal gelirse
Onu yadellere açıcı olma.
Mecliste arif ol, kelamı dinle
El iki söylerse, sen bir söyle
Elinden geldikçe iyilik eyle
Hatıra dokunup, yıkıcı olma.
Pir Sultan Abdal’ın, sözüm başarır
Aşkın dalgasını baştan aşırır
Seni bir mecliste havil düşürür
Kötülere konup, göçücü olma....
“Şah-ı Merdan yardımcınız olsun!”
Sabahleyin herkes dergahta toplandı. Sıra Haydar’a dedelik hırkasını giydirip, Pirlik nişanı takmaya gelmişti.
Seyit Ali Sultan Dede, önceden hazırlandığı hırkayı ve nişanı eline aldı.
* Erenler hu... Bismişah Allah Allah!, diye ünledi. Dergahta bulunan canlar “Hu” diye karşılık verdiler.
Dede şöyle dedi:
* Gayrı haydar’ın dedelik hırkası giymesinin zamanı gelmiştir. Son olarak soruyorum. İçinizde Haydar’ın yaramaz bir işini gören varsa, dile gelsin, bile gelsin.
Biraz bekleyip, tek tek canların gözlerinin içine baktı. Kimse karşı değildi.
* Öyleyse hepinizin tanıklığında Pir Sultan’ı yanımdaki Dede Postu’na oturtacağım. Eksikliklerini tamamlayınca gelip Banaz’da dergah kurup süreğimizin önderlerinden olacaktır. Huzurunuzda şunu da söyleyeyim ki, kendisine bir musahip, bir de avrat gerektir. Gerçi kendisinin, musahibini ve can yoldaşını seçmede, hiçbir etki altında kalmamasını dilerim. Ama benim gönlümde, Ballıhan kızımı Pir Sultan’a vermek geçer.
Kadınlarla birlikte oturan Ballıhan, bu son tümce karşısında ister istemez sıkıldı, Pir Sultan da öyle.... Başlarını önlerine eğdiler Dede, konuşmasını şöyle sürdürdü:
* Ne var ki son isteğim, hemen olacak şey değil. Zamana bırakmak gerek. Pir Sultan ve Ballıhan iyice düşünüp öyle karar versinler. Sofular halkı kusura kalmasın. Böyle denk geldiği için böyle oldu. ikrarımız önceden verilmiş olduğu için, kötü haberinizle çakıştı. Haydi Pir Sultan, Banaz’a gidene dek, vekilimsin. Var bildiğin gibi yap.
Seyit Ali Sultan Dede, kendi elleriyle hırkayı Pir Sultan’a giydirdi, pirlik nişanını da boynuna taktıktan sonra alnını öptü. Kutladı. Pir Sultan da onun avucunun içine niyaz oldu.
* Destur ya Pirim.
* Destur senindir Pir Sultan. Buyur postuna otur.
Pir Sultan Abdal, Seyit Ali Sultan Dede’nin makamının bitişiğindeki posta oturduktan sonra bütün canlar, bağlılıklarını ifade etmek amacıyla bir bir kalkıp ona niyaz oldular.
Ballıhan da büyük bir saygıyla eğilip, Pir Sultan’ın avucunun içine niyaz oldu. sofular’dan gelenler dertlerini unutmuş gibiydiler. Bütün canlar yerlerine oturduktan sonra Pir Sultan şu konuşmayı yaptı:
* Canlar, Allah’ın izni, dedemizin ve sizlerin himmetiyle, hırka giyip nişan taktım ayağınızın turabı olarak, layık olmadığım bir posta oturdum. Üstesinden gelebilir miyim, bilmiyorum ama, şunu biliniz ki, gönlüm Hak aşkıyla doludur. Çalışacağım. Bu can tende durduğu sürece, sizler için didineceğim. Haydın şimdi durmayalım, Sofular’a gidelim. İki can yerde yatıp bizi bekler. Düğünümüz var. Hakk’ın buyruğunu yerine getirelim.
Canlar hep birden ayağa kalkıp, tek tek dergahtan dışarıya çıktılar. Atlar hazırlandı. Pir Sultan önde, diğerleri arkada Sofular köyünün yolunu tuttular...
Seyit Ali Sultan Dede’nin içinden, Sofular’a gitmek geçti, ancak Pir Sultan’ın üstüne gölgesini düşürmemek için bundan vazgeçti. Onlar uğurlarken:
Güle gülegidin Şah-ı Merdan yardımcınız olsun, diye dua edip içeriye girdi. Ballıhan, Ümmühan ve diğer kadınlar da yolcuların arkasından “Uğur ola” şeklinde dilekte bulunarak, el salladılar.
“Gelin canlar bir olalım!”
Ne Pir Sultan Abdal’ın, ne de diğerlerinin Sofular’a varıncaya dek, ağızlarını bıçak açnadı. Pir Sultan, yolculuk süresince, Osmanlı’nın bu yanlış siyaseti karşısında, ne yapılması gerektiğini düşündü. Ancak kısa vadede, aklına hiç bir çözüm yolu gelmedi.
Sofular’a geldiklerinde, öyle bir haylovla karşılaştılar ki, dağ-taş, kurt-kuş durup onları dinliyordu. Kadınların ağıtı, gökleri tutmuş, turnalar bile onların acısı karşısında yollarına devam edemez olmuşlardı.
Canlardan biri öne çıktı:
* Bacılar, gardaşlar az bir susun hele! Acımız büyüktür, lakin az Onun size diyecekleri vardır, susun hele! dinleyin!...
Kadınların haylovu dindi.
* Banaz’dan Haydar, Yıldızeli Dergahı’nda çile doldurmuş Pir Sultan olmuştur. Hırkasını daha bu sabah giymiştir. Onun gösterdiği yoldan yürüyeceğiz. Kendisi derdimizi ve sevincimizi paylaşmaya gelmiştir. Köyde olup bitenlerin tümünden haberdardır. Seyit Ali Sultan Dede’ye, Pir Sultan Abdal’a ve dergahtaki herkese bir güzel anlattık. Gelemeyenlerin selamı var. hele bir Pir Sultan’ı dinleyin.
Pir Sultan Abdal atından indi. Köylülerden biri koşup atın dizginini elinden aldı. Gördükleri karşısında Pir Sultan’nın gözleri dolu doluydu. İki can, kadınların oluşturduğu halkanın ortasında yatıyor. Hızır acıdan kafasını gögsünü yumrukluyordu. Diğerleri de atlarından indiler.
Kadınlardan biri:
* Bizim halimiz böyle ne olacak Pirim?... Hep çileli mi yaşayacağız?... Hep ağlayacak mıyız?... Anlımızın kara yazısı, hiç aklanmayacak mı?
Bir başkası:
* Her zaman böyle mi olacak? Çaresi yok mu? Gidip Vali’yle konuşun. Gerekirse Padişah’a gidin...
Pir Sultan eliyle işaret verip, onların susmasını bekledi. Ardından da gür bir sesle şöyle dedi:
* Vardır canlar, çaresi vardır. Kolay değildir ama, çaresi vardır. Çaresi bizleriz, kendimiziz. Şimdi ben size derim ki!..
Köylüler, pür-dikkat Pir Sultan’ı dinliyorlardı. Pir Sultan, konuşmasını Yunus’un şu sözleriyle sürdürdü:
Geçti beyler mürüvveti
Bindiler birer atı
Yedikleri insan eti
İçtikleri kan olusar...
Madem ki öyle.... Madem ki, insan eti yiyerek doyuyor, insan kanı içerek kanıyorlar; o halde bizim de yapacağımız bir şeyler olmalı canlar! Ben size derim ki;
Gelin canlar bir olalım
Münkire kılıç çalalım
Yoksulun hakkın alalım
Tevekeltü taallah....
Özü öze bağlayalım
Sular gibi çağlayalım
Bir yürüyüş eyleyelim
Tevekeltü taallah....
Pir Sultan’ım geldi çuşa
Münkirlerin aklı şaşa
Takdir olan gelir başa
Tevekeltü taallah....
Ne demiş Hacı Bektaş Efendimiz, “Bir olalım, diri olalım, iri olalım...” Böyle olursa, kimsenin gücü bize yetmez.
Pir Sultan’ın bu nefesi karşısında heyecanlanan halk, acısını unuttu ve onunla aynı duyguları yaşayarak, birlikte “Gelin canlar bir olalım!” diye gürledi.
Ses öyle bir yankıladı ki, evi köyün epeyi dışında olan Molla bile işitip, ister istemez ürktü. Ayağa kalktı ve durup bir süre dinledi, fakat onlanra bir anlam veremedi. Çünkü hiç alışık olmadığı bir durumla karşı karşıyaydı. Köylünün bugüne dek, böylesine çoştuğu, hiç mi hiç görülmemişti.
Bir süre önce, yürekleri gögüs kafesinden söküp alan ağıt, yerini öfkeye bırakmıştı.
“Gelin canlar bir olalım!...” Bu da nereden çıktı? “Münkir” dedikleri de kimdir? “Tevekeltü taallah” ne demektir?... Bir an onlara gözleriyle tanık olmak istedi. Köy meydanına gelmeyi düşündü, fakat bundan vaz geçti. Nesine gerekti. Durup dururken başına iş mi alsındı? Pir Sultan da kimdi böyle?... Bu ana değin hiç böyle bir ad duymamıştı... Yok yok, en iyisi evinde oturmalı, köylüye gözükmemeliydi. Fakat kim ne derse desin, bu iyiye “alemet” değildir!...
Pir Sultan şöyle dedi:
* İşte böyle canlar. Çaresi vardır. Çaresi ellerimizdedir. Ne demiş Hünkar; “el gövde de kaşınan yeri bilir” bilmelidir. Başka bir çıkış yolu da yoktur.... Pirimiz Hünkar Hacı Bektaş Veli, çaresini bizlere söyledi de, biz beceremedik. Çaresi kendimiziz. Ancak biz insanoğluyuz, insanı sevenlerdeniz. Kan dökmek, kin gütmek bizim kitapta yazılı değildir. Her şeyi iyilikle ve dahi güzelikle çözüme kavuşturmak, elimizden bırakmayacağımız silahımız olmalıdır. Birlik neredeyse, dirilik ordadır. Önce kendi aramızda, sonra komşu köylerle, daha sonra Anadolu’daki tüm Türkmenlerle birliğimizi kurarsak; kimse sırtımızı yere getiremez. Bizim birliğimizden, şu an bize zulmedenler de yararlanacaktır. Herkes hakkına razı olursa, kötülük olur mu?.. Kerbela’da Şah Hüseyin’in arkasından dönülmeseydi; Selçuklular zamanında, Baba İshak’ın çevresinde kenetlenme olsaydı, kan dökülür müydü? Ne beriki, ne de öteki tarafın kanı akmaz, dirlik düzenlik olurdu. Çünkü ne Şah Hüseyin, ne de Baba İshak, kan dökücü değil, dostluk ve barıştan yanaydılar. Barıştan kime ne zarar gelir ki? Yaptıkları; kaybolmuş olan haklarını aramaktı...
Pir Sultan Abdal konuşmasını şöyle sürdürdü:
* Bu arada bir eksiğiniz olursa, çekinmeyin. Dergah hepimizindir. Ne zaman isterseniz adam gönderin, bizde var olan erzaktan size de gönderelim. Ancak şunu da belirteyim ki, kilerimizde bulunanlar, yine taliplerimizin getirdikleridir. İçimizde varsıl, yok denecek değin azdır. Yoksulun getirdiğini yine yoksula dağıtmaktayız. Bilirsiniz asesler peşinizi bırakmazlar, gelip mutlaka aşarı alacaklardır. Ancak onlar gelmeden, devletin belirlediği miktar neyse, aranızda toplayın ve götürüp teslim edin. Gerisini onlar düşünsün. Sizler birbirinizin tanığısınız. Elinizi vicdanınıza koyun ve gerekeni yapın. Elinize sahip olun. Aşar vermek bir vatandaşlık görevidir. Devlet, onda bir demişse, onda bir vereceksiniz. Az da vermeyin, fazla da... Devletin ambarlarına gider mi, gitmez mi, o da devlet görevlilerinin bileceği şeydir. Haydın şimdi cenazelerimizi yuyup kaldıralım. Hızırcan yanıma gelsin bakalım.
Köylülerin bir bölümü kazma-kürek alıp mezar kazmaya giderken, diğerleri de cenazelerin yıkama işlemlerini tamamlamaya koyuldular. Hızır ise bitkin bir halde gelip Pir Sultan’ın yanında durdu. Az ileride de dergahın olgun canlarından olan Ali Baba, ile köy sakinlerinden Topal Musa ve diğerleri durmuş onları izliyorlardı.
* Bak Hızırcan, yürekli bir delikanlısın, belli... Aseslere karşı durup ananı ve nişanlını kurban vermişsin. Az önce ne dedik? Takdir olan gelir başa. Ölenle ölünmez. Kendini toparlamalısın. Bilirim, acın büyüktür. Başın sağolsun. Az sonra cenazeler kaldırılıp toprağa verilecek. Ardından da Mustafa ile Fatma’nın düğününe devam edilecek. Bu noktada anlayış göstermelisin. Gençlerimizin heveslerini kursaklarında bırakmak olmaz. O da bir Hak buyruğudur. Herkesin içi kan ağlıyor, onlar düğün yapmak istemezler, lakin başlanmış bir iş yarım kalmamalıdır.
Pir Sultan’ın konuşmasını dinleyen Topal Musa da gelip onların yanına dikildi, Ali Baba da... Hızır başını önüne eğmiş, Pir Sultan’ın sözlerini kafasıyla onayladı.
Topal Musa söz istedi.
Pir Sultan:
* Söyle erenler, söz senindir. Buyur.
* Buyrun var olsun Pirim. Haddim değil ama, köylü düğünde çalgı istemez. Düğünde çalgı oldu mu, oynamak ve de gülmek gerek. Öyle olmadıktan kelli neye yarar davul zurna? Hele şimdi bir kez cenazelerimizi kaldıralım...
Pir Sultan:
* Güzel dost zaten ben de, davul-zurna çalsın demedim. Düğün devam etsin dedim. Usulüne uygun olarak gelinimizi alıp, damat evine götürelim, demek istedim. Bilirim, köylerde, böyle zamanlarda, 40 gün yas tutarlar. 40 gün bir gelinin duvağıyla babaevinde beklemesi caiz midir?
Musa mahcup oldu.
* Bağışla pirim... Caiz değildir!
Pir Sultan’ın söylediği gibi yaptılar.
Kitap: Pir Sultan Abdal
Yazar: Battal Pehlivan
Ekleyen: Seyyid Hakkı