4-Tek Bir Alevilik Vardır!
Tek bir Alevilik vardır!
Yüzyıllardır baskı, sürgün, katliam ve başkaca her türlü yol kullanılarak sindirilmek istene Alevilik, nihayet tam yok oldu denilirken yeniden doğuyor. Kim ne derse desingünümüzde Alevilik açısından tam bir rönesans (uyanış, yeniden doğmak) yaşanıyor. Bu rönesansı engellemek artık hiçbir biçimde mümkün değildir. Ancak yine de Alevilik karşıtlarının son bir hamle ile ona kendi inançsal ve siyasal kimlikleri doğrultusunda yön verme çabalarının yaşanmakta olduğu da yadsınamaz.
Biz buna “Aleviliği başkalaştırma çabaları” diyoruz. Söz konusu başkalaştırma çabalarının dayandığı en önemli savlardan biri de Aleviliğin homojen olmadığı/birden fazla Aleviliğin olduğu savıdır. Kesinlikle biliyoruz ki, son tahlilde bu çabalar da başarılı olamayacaktır. Çünkü Aleviliğin sarsılmaz kimliği kendisini her çeşit yozlaşmanın olumsuz etkisinden korunma gizilgücüne/potansiyeline sahiptir. Bu gizilgüç, Aleviliğin dinamizmini de bir parçası olarak görülmelidir. Özün korunması çerçevesinde Alevi inanç ve kültürü devingenliğinin doğal sonucu olarak kendini modern ve kentsel koşullara uyarlanmaktadır.
Bilindiği üzere Aleviliği başkalaştırma çabaları, ana hatlarıyla şu şekilde belirmektedir:
1-Alevilik, İslam dışıdır; ayrı bir dindir. Zerdüştiliğin ya da Yezidiliğin bir türevi olup Kürt etnisitesinin historik dinidir.
2-Alevilik, Şiiliğin bir koludur.
3-Alevilik, İslami bir kültürdür. Aleviler, aslında sünnidir. Beş vakit namaz, Ramazan orucu, Kabe’ye hac, vb. Sünni ritüeller Aleviliğin de ritüelleridir.
Aleviliğin İslam dışı, ayrı bir dinolarak gören ya da görmek isteyen çevrelerin tezleri ciddi hiçbir dayanağa sahip değildir. İslam dışılık iddiasına dayanak olarak kullandıkları unsurlar aslında İslam ile doğrudan doğruya ilgili olmayıp Ortodoks müslümanlığın kimi ritüel ve itikatlarından ibarettir. Bu noktada İslam’ın ne olduğunu tespit aslında konunun ne yaşamsal alanını oluşturmaktadır. Mezhepsel özeliklerle değil de nesnel ölçütlerle devinildiğinde İslam’ın en temel niteliklerini belirlemek zor değildir. Bu cümleden olarak ifade edelim ki, İslam üç temel öğe üzerinde yükselmektedir. Bunların ilki; “Tevhit inancı”dır. Bu ilke, Türkçe karşılığı “Tanrı’dan başka tapacak yoktur.” Demek olan “Lailaheillallah” sözüyle formüle edilmiştir.
İkinci ilke; “Nübüvvet İnancı”dır. Nübüvvet, Peygamberlik demektir. Buna göre İslam dininde Tanrı’nın insanlar arasından seçtiği özel kişilere vahiy gönderdiğine inanılmaktadır ki bu kişilere de “Resul” ya da “Nebi” adı verilmektedir. İslam inancına göre ilk peygamber Hz.Adem’den son peygamber Hz.Muhammed’e değin dinsel kaynaklarda bildirilen tüm peygamberlere inanmak, İslam dinini benimsemenin temel koşullarındandır.
Üçüncü ilke; “İyiliği özendirme ve kötülükten sakındırma” demek olan bu ilke bilindiği üzere içerik itibariyle yeryüzündeki tüm dinlerin ortak özeliğidir. Tüm dinler gibi İslam’ın da amacı insanlar arasında iyiliği egemen kılma ve kötülüğü mümkün olduğunca yok etmedir.
İşte bu üç ilke İslamlığın kimliğini ortaya koymaktadır. Her hangi bir dinsel akımın İslami olup olmadığını saptanmasında göz önümde bulundurulması gereken ölçütler bunlar olmalıdır.
Bu üç ilke açısından değerlendirildiğinde Aleviliğin İslami bir akım olduğu apaçıktır. Çünkü Alevilikte; Tanrı’nın birliği, Peygamberlere inanma ve iyiliği özendirip kötülükten sakındırma ilkeleri tüm niteliğiyle mevcuttur.
Ahiret inanıncı konusunda Aleviliğin, batıni/içsel yorumlarının olduğu hatırlandığında ve ruh göçü/tenasüh, devriye inançları çerçevesinde değerlendirilip cennet ve cehennem gibi kavramları reddetmek bir yana, onları yeni bir açıklamaya tabi tutarak dışsal soğukluk ve katılıktan kurtarıp tasavvufi/mistik bir anlama büründürdüğü görülecektir.
Melek inancı da, aslında tanrısal güçlerin simgesel ifadesinden başka bir şey değildir. Şöyle ki; tanrı’nın varlığından bağımsız olarak ontolojik (varlık bilimine ait, ilgili) anlamda meleklerden bahsetmek söz konusu değildir. Melekler, Tanrı’nın güçlerinin anlatıldığı simgeler ve muhayyel (hayal gücüyle yaratılan, hayal edilen) varlıklardır. Daha açık ifadeyle, söz gelimi Cebrail, Tanrı’nın vayhetme gücü ve özelliğinin simgesel ifadesidir. Alevi inancında da melekler tam da bu şekilde anlaşılmaktadır.
Kader inancı, bilindiği gibi giğer İslami akımların da üzerinde en çok tartıştığı spekulatif bir dinsel unsurdur. Sünni İslam anlayışındaki haliyle kader inancını reddeden ünlü Mutezile akımı Şiilik ve Aleviliği de etkilemiştir. Buna göre Sünni İslam anlayışının zıddına Alevi ve Şii inancı açısından kişi eylemlerinde özgürdür; bundan dolayı da sorumludur. Tanrı kişiyi kendi yaptırdıklarından dolayı sorumlu tutamaz, çünkü o adildir.
Aleviliği; namaz, oruç ve hac gibi ritüeller açısından ele aldığımızda da onu İslam dışı saymak hiçbir biçimde olanaklı değildir.
Namaz sözcük anlamı olarak; dua, yalvarma ve yakarma demektir. Bunu belli kalıp şekillere hapsetmek içtenliği ve manevi zevki sınırlamak ve hatta yok etmek demektir. Alevilikte; dua, yalvarma ve yakarma demek, olan namaz her türlü kalıp ve şeklin mekanik soğukluğundan kurtarılmıştır. Tanrı’ya yalvarma ve yakarmanın hiçbir kalıp ve şeklinin olmayacağı aslında Kur’an’sal bir ilkedir. Nitekim Kur’an’da; Tanrı’nın ayakta iken, otururken ve yatarken anılabileceği ve böylelikle O’na ibadet edilebileceği belirtilmektedir (Al-i İmran Suresi, 191. ayet).
Sünni ve Şiilerin namz konusunda ileri sürdükleri şekilsel ve zamansal koşullar tamamen gelenek kaynaklı yorumlardır. Söz konusu gelenekler de Orta Doğu halklarının tapınma şekilleridir. Oysa Aleviler, geleneksel Tütk/Türkmen tapınma biçimleriyle “namaz” ibadetlerini yerine getirmektedirler. Alevilikte, namazın adı bilindiği gibi cem törenidir. Cem töreni, Aleviliğin temel ibadetlerinden olup, Kur’da’ki “salat” sözcüğünün “Türkmence”sidir. Alevilikte namaz sözcüğü yerine niyaz ifadesi de kullanılmaktadır.
Sünni ve Şii ekoller (akımlar, guruplar) geçen bunca yüzyıllara karşın halen namazın şekli ve vakitleri konusunda görüş birliğine ulaşabilmiş değildirler. Sünniler, günde beş vakit namazdan bahsederken, Şiiler, günlük namazların üç vakit olduğunu savunmaktadırlar. Ayrıca Sünni ekoller kendi içlerinde de bu konuda farklı yorumlara sahiptirler. Sözgelimi yatsı namazından sonra kılınan vitir namazı Hanefilerde “vacip” iken Şafilerde “sünnet” olarak görülmektedir. Kimi çağdaş Sünni bilginler de Kur’an’da beş vakit değil üç vakit namazın farz olduğunu, üstelik bunların Şii anlayıştaki gibi sabah, öğle ve akşam biçiminde değil sabah, akşam ve gece namazı biçiminde olduğunu ileri sürmektedirler. Sünni İlahiyatçı Prof. Dr. Süleyman Ateş bu görüşün seslendiricileri arasında son dönemde öne çıkmaktadır.
Her ikisi de Sünni ekol olan Hanefilik ve Şafiilik arasında namazlar konusunda aslında pek görülmese de çok derin başkaca ayrılıklar da vardır. Sözgelimi, farz namazları cemaat halinde kılarken “fatiha süresi”ni namazı kıldıran imamın okunması yeterli midir, yoksa imamla birlikte cemaattekiler de içlerinden bu sureyi okumak zorunda mıdırlar? Şeklinde bir tartışma mevcuttur. Bu basit bir tartışma değildir. Çünkü şafiiler, Hz.Muhammed’en rivayet edildiğine inanılan bir söze/hadise dayanarak “fatihasız namaz, namaz değildir.” anlayışıyla cemaatteki herkesin içinden bu sureyi okuması gerektiği, sadece namazı kıldıran imamın okumasının yeterli olmayacağı düşüncesindedirler.
Oysa hanefiler, sadece imamın okumasını yeterli görmektedirler. Hatta cemaattekilerin okumasının mekruh/dinen çirkin olduğunu savunmaktadırlar. Buna göre Şafiiler, Hanefilerin cemaat halinde kıldıkları namazları, cemaattekilerin söz konusu sureyi okumamalarından ötürü geçersiz görmektedirler. Yine bir diğer fark da, Bayram namazları konusundadır. Bayram namazları hanefilerde, “vecip” iken Şafiilerde ve Malikilerde “sünnet”tir.
Bu örneklerle anlatmaya çalıştığımızhusus, zannedildiği gibi tek bir Sünniliğin olmadığını ortaya koymaktır. Kendi aralarında bile bu denli farklı yorumlara sahiplerken Sünnilerin Alevileri; kendi anladıkları biçimde namazın varlığını kabul etmemeleri nedeniyle İslam dışı olmakla itham etmeleri en azında dürüst bir tutum değildir. Bu konuda pek çok örnek bulunmaktadır. Bu husus ayrı bir yazı konusu olduğundan burada bu kadarıyla yetiniyoruz.
Oruç ibadeti konusundaki yorum da Aleviliği İslam dışına itemez. Kuşkusuz Tanrı hiçbir şeyi boş yere isteyecek değildir. Bu bağlamda oruç ibadetiyle Tanrı’nın gerçekleşmesini irade ettiği amaç gereğince kavrandığında oruca dair ortaya konan zahiri/dışsal kalıpların ve zamansal koşulların birer araç ve tali unsurlar olduğu anlaşılacaktır. Kur’an’da oruç konusunda pek çok ayet bulunmaktadır. Bunlardan birinde şöyle denilmektedir:
Görüleceği üzere oruç tutmaktaki amaç korunmaktır. Kişi nefsini kötülüklerden, çirkinliklerden korumak amacıyla oruç tutmalıdır. Kur’an’a göre, Tanrı orucu bu amaçla emretmiştir. Yine kuşku yok ki, Tanrı, amaca giden yolda araçlara takılıp kalacak değildir. Asıl olan araç değil amaçtır. Amaç nefsi islah etmek ise bunu belli bir zaman dilimine/Ramazan ayına hasretmek ne derece doğrudur? Aleviler, oruç ibadetlerini yüzyılların getirdiği gelenekten kaynaklanan bir tecrübe ile Muharrem ayında yerine getirmektedirler. Buradan hareketle oruç ibadetinin Ramazan ayına has bir ibadet olduğunu ileri sürüp “nefis terbiyesi sadece Ramazan ayında olur.” demek hem zahirliğe tutsak düşmektir. Hem de kara mizahtır (gülmece). Konuya nefis terbiyesi açısından bakıldığında, Alevi ahlakının temelini oluşturan “ele,dile, bele sahip olma” ilkesi zaten oruçla ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeyi hedeflemekte değil midir?
Sözün özü Ramazan ayında oruç tutma ritüelini benimsemiyor diye Aleviliği, islam dışı saymak mümkün değildir. Aksini iddia etmek sadece bir iddia olarak kalmaya mahkümdur. Aleviler, İslam sayılmak için Ramazan’da oruç tutmaya başlayacak değildirler. Aynı şekilde bundan dolayı kendilerini İslam dışı görecek de değildirler.
Zekat konusuna da gelince... bu konuda Aleviler, Sünni ve Şiilerden daha yüksek bir duyarlılık içerisindedirler. Zekattaki amacın ekonomik anlamda toplumsal dayanışmayı gerçekleştirmek olduğu kuşku götürmez bir gerçektir. Buradan hareketle rahatlıkla diyebiliyoruz ki, Alevilikte toplumsal dayanışma Sünni ve Şii anlayışta olduğundan daha yüksektir. Diğer bir deyişle Zekat, Aleviliğin çok büyük önem verdiği bir ibadet olarak öne çıkmaktadır. Alevilikte buna paylaşma denilmektedir. Tarihte Alevi ocakları, toplumsal dayanışma ve paylaşmanın doruğa çıktığı, en güzel örneklerinin yaşandığı seçkin ve kutsal kurumlar olarak bilinmektedir. Bu işlevlerini halen sürdürmeye devam etmektedirler.
Aleviliği hac ibadeti konusunda değerlendirdiğimizde ise karşımıza çıkan nesnel gerçeklik şudur:
Alevi geleneğinde böyle bir ibadet yoktur. Hac ibadetinde Tanrı’nın rızasını kazanmak için bir yolculuğa çıkıp dince kutsal görünen bir makanı ziyaret etmek esastır. İslam’ın doğduğu çoğrafyada dince kutsal görülen yer Kabe idi. doğal olarak oranın ziyaret edilmesi Hac ibadeti için ihdas (kurma) edilmiştir. Hac ibadetinin bölgede İslam’dan önce de uygulandığı bilinmektedir. İslam dini çok geniş bir alana yayıldıktan sonra, insanların binlerce kilometre uzaklıktaki yerlerden aylarca süren yolculuklarla bin bir meşakkat (Güçlük) içinde Kabe’ye varmaları, bu uğurda mallarını harcamaları gerçekten çok büyük sıkıntılara yol açmıştır.
Tanrı, insanlar için zorluk isteyecek değildir. İslam’ın ilk yıllarında Arap yarımadasının çeşitli yerlerinden Kabe’ye ziyarete gitmek ile daha sonraki yıllarda ta Orta Asya’dan, Kuzey Arika’dan Kabe yollarına düşmek eşdeğer bir ibadet olarak görülebilir mi?
Günümüz koşullarında ulaşım olanaklarının çoğalması ile sorunun başka bir boyut kazandığı düşünülse de uzak mesefeden gelenler ile daha kısa mesefeden gelenler arasında hem harcanan zaman hem de mal bakımından pek de bir şey değişmiş değildir. Yaşadıkları bölgede binlerce, milyonlarca insanın açlık ve yoksulluk içinde yaşadığı/yaşamaya çalıştığı gerçeği karşısında müslümanların yüksek meblağlar harcayarakhacca gitmeleri ne derece dinidir? İslam’ın Tanrısı gerçekten böyle bir ibadeti yoksulların yoksulluklarına ve açların açlığına tercih edebilir mi? kabe’yi ziyarete gitmek için harcanan paralarla yoksulluğa karşı mücadele edilse daha doğru ve daha dini bir davranış sergilenmiş olmaz mı?
Bununla birlikte insanlar yine de dince kutsal kabul edilen yerleri ziyaret etme arzularını yaşadıkları yerlerdeki ya da o yerlere yakın bölgelerdeki kutsal mekanları ziyaret ederek giderebilirler. Bu da Tanrı rızası için çıkılmış bir yolculuk olarak görülmeli değil midir?
İşte, Aleviler bu düşüncelerden hareketle yoksullara ve kimsesizlere yardım etmeyi ve böylece onların gönlünü ziyaret etmeyi gerçek Hac olarak görmekte. Kabe yollarında harcanacak paralarla yoksulluğa karşı mücadeleyi daha kutsal bir ibadet olarak değerlendirmektedirler. Kabe’nin kimi İslami kaynaklarda “Tanrı’nın Evi” biçiminde nitelendiği bilinmektedir. Alevi inancında Tanrı’nın gerçek evi aslında insanın gönlüdür/yüreğidir/kalbidir. Bu nedenle insanların gönüllerini ziyaret etmek Hacların en kutsalıdır.
Nitekim büyük Alevi Türkmen ozanı Yunus Emre, bu durumu şöyle dile getirmektedir:
“Çalış, kazan, ye, yedir.
Bir gönül ele getir.
Yüz Kabe’den yeğrektir,
Bir gönül ziyareti.”
Alevileri Kabe’yi ziyarete çağıran Sünni-Şii misyonerlere susturucu yanıtı aslında yüzyıllar önce Hünkar Bektaş Veli vermiş bulunuyor.
Hararet mardadır, sacda değil.
Keramet baştadır, tacda değil.
Her ne ararsan kendinde ara,
Mekke’de, Kudüs’te, Hacda değil.
Alevi inancında, Allah rızası için dince kutsal kabul edilen yerleri ziyaret etme ritüeli de mevcuttur. Bu maksatla türbe ziyaretleri Alevilik açısından Kabe’yi ziyaret etmek kadar mübarek ve savap kabul edilmektedir. Anadolu, Balkanlar ve Orta Asya’daki Ahmet Yesevi, Harabati Baba, Karacaahmet Sultan, Hacı Bektaş Veli vb. Alevi ulularının türbelerini ziyaret, Alevilerce Hac ibadeti olarak görülmektedir. Çünkü bu türbeler dince kutsal kabul edilmektedir. Her biri bir tanrı dostu olan bu ulular Orta Asya, Anadolu ve Balkanları müslümanlaştıran İslam önderleridir.
Hal böyleyken Kabe’yi ziyarete gitmedikleri için Alevileri İslam dışı bir topluluk olarak görmek de, Aleviliği, İslam dışı saymak da mümkün değildir.
Aleviliği, İslam dışı göstermeye çalışanlar bizce iki amaca hizmet etmektedirler: Birinci amaç; Aleviliği yeniden inşa ederek Zerdüştiliğe ya da Yezidiliğe bağlamak böylece etnik bölücülüğe yeni bir zemin kazandırmaktır. Alevilik ile Zerdüştilik ve Yezidilik ya da Mezopotamya kökenli diğer dinler arasında kurulmaya çalışılan bağlar tam anlamıyla zorlama yorumlarla elde edilen uyduruk bağlardır. Alevilik ve sözü geçen dinler arasında kültürel etkileşimler elbetteki olmuştur. Kaldı ki, bu da çok doğaldır. Halkların ve dinlerin birbirinden kültürel anlamda etkilenmeleri kaçınılmazdır. Bu etkileşimleri sosyolojik ve historik gerçekleri göz ardı ederek yorumlamaya kalkıp Aleviliği, Zerdüştileştirmeye çalışmak gerçekleşmesi hiçbir biçimde imkan dahilinde olmayan beyhude ve çiğ bir çabadan ibaret kalacaktır. Çünkü tüm açıklığıyla ortadadır ki, Alevilik İslam’ın, başta Türkmenler olmak üzere Türk kavimlerince yapılan özgün bir yorumdur.
“Alisiz Alevilik” söylemiyle şöhret bulmuş olan bu çaba, Alevilik inancınınodağında yer alan”Ali”yi İslam tarihindeki Hz.Ali’nin dışında başka bir kaynağa raptetma uğraşısını utanmazlık boyutuna taşıyacak derecede çirkinleştirmiştir. Söyleyiş/telaffuz benzerliğini zorlayarak Hz.imam Ali’yi Sümer metinlerinde geçen “Al” veya “Alu” ya da ateşperestlerin ilahının Harran bölgesindeki adlandırması olan “Alla” veya “Al” ile ilişkilendirmeye çalışmak, gerçeği öğrenmek adına sergilenen masumane bilimsel çabalar biçiminde değerlendirilemez. Bunlar, özgün ve historik Aleviliği tam anlamıyla yeniden inşa etmeye maluf mühendislik projelerinden başka bir şey değildir.bu projenin pratize edilmesi için lazım gelen hiçbir toplumsal ve teolojik olanak yoktur.
Aleviliği İslam dışı gösterme çabalarındaki bir diğer amaç da onun, İslamik kimliği istismar edilmek suretiyle Sünni ya da Şii teolojisi ve Sünni-Şii ritüelleri içinde boğulmasına engel olmaktır. Bu çaba aslında iyi niyetli bir çabadır. Ancak biz yine de Alevilere beş ya da üç vakit namazı, Ramazanın Orucunu, Kabe’yi ziyareti dayatma ya da empoze etme hedefine set çekmek için ortaya konan bu söylemi deyim yerindeyse “kaş yapmaya çalışırken göz çıkarma” olarak görmekteyiz. Her ne kadar niyet iyi olsa da bu uğraşların varacağı nokta birinci amaç için çalışmalara zemin kazandırmaktan başka bir sonuç doğurmayacaktır. Beş yada üç vakit namazın, Ramazan Orucunun ve Kabe’yi ziyaretin Alevilere dayatılmasına ve bu yolla Aleviliğin eritilmesine engel olmak için İslam dışılık söylemini kullanmak, İslam’ı Sünnilere ve Şiilere bırakmak demektir. Oysa savunulması gereken sav gerçeğin kendisi olmalıdır. Bu da Aleviliğin İslami bir yorum olduğudur. Beş veya üç fakit namaz, Ramazan Orucu ve Kabe’yi ziyaret İslami ritüeller olmaktan ziyade mezhepsel ritüellerdir. Bunlar, İslam’ın değil Sünniliğin ve Şiiliğin ritüelleridir.
“Alevilik İslamdır.” Ya da “Alevilik İslam’ın özüdür”, söylemini kötüye kullanıp Alevilere Sünni ya da Şii namazını, Ramazan Orucunu ve Kabe’yi ziyareti empoze etmek isteyen uzman ve sinsi Sünni/Şii misyonerlerin hedeflerini gerçekleştirmelerine engel olmak için gerekli olan teolojik ve tarihsel veriler Alevilikte yeterince mevcuttur. Bu verilerin bir kısmını “Laik Türkiye için Yükselen Alevilik” adı kitabımızda ortaya koyduk.
Sünni dinsel eğitiminden gelen bir ilahiyatçı olarak tam bir güvenle ifade etmeliyim ki, Alevilik İslam’ın, Anadoluda yapılmış özgün bir yorumudur. Anadolunun, İslamı yaşamı biçimi olarak anlaşılması gereken Alevilik, aslında İslam dininin Arap ve Fars kültürü içinde eriyip özgün kimliğini yetirerek evrensel bir din olma hüviyetinin pratikte yok olmasına engel teşkil eden yaşamsal bir çıkış kapısı olmuştur. Bu bağlamda gayet net bir biçimde görülmelidir ki, Alevilik, İslam’ın teorik düzlemdeki evrensellik özelliğinin pratikte kendini gösterdiği eşsiz bir örnektir.
Aleviliği Hz.imam Ali ve On iki imam inancı çerçevesinde Şiiliğe eklemleme çabaları da teolojik temelden yoksundur.
Öncelikle belirtmeliyiz ki, Alevilikteki Hz.imam Ali inancı ile Şiilikteki imam Ali inancı farklıdır. Aleviler, Hz.Ali’yi üstün nitelikleri olan bir insan olarak görmenin ötesinde O’na uluhiyet/tanrısallıkatfetmektedirler. Oysa, Şiilikte bu yoktur. Şiiler Hz.imam Ali’yi sadece Hz.Muhammed’en sonra hilafet/imamet makamına ehil tek kişi olarak kabul etmekteler. Başka bir deyişle Hz.Ali, Şiiler için, Hz.Muhammed’en sonraki tek meşru halife/imamdır. İmamların bir diğer özelliği de masum/günahsız oluşlarıdır. Tüm on iki imamlar Şiiliğe göre masumdur. Oysa Alevilikte Hz.imam Ali, sadece bir halife/imam değil aynı zamanda tanrının yeryüzündeki tecellisi/yansımasıdır.
Alevi inancının kutsal metinleri olan nefeslerde görüleceği üzere Hz.imam Ali, tanrısal bir kişiliğe sahiptir. Hz.imam Ali, tanrı’nın insan suretinde belirmiş halidir. Bu inanç, Alevi ozanlarının nefeslerinde çok açık bir biçimde işlenmektedir. Hz.imam Ali’den rivayet edilen kimi sözlerde de O’nun uluhiyet/tanrısalık özelliğini görmek mümkündür. Kaynaklar Hz.imam Ali’nin bir sözünde şöyle dediğini bildirmektedir:
Yine Mevlana’nın Divan-ı Kebir adlı yapıtında Hz.imam Ali için yazdığı sözler onun uluhiyetini/tanrısallığını ilan etmektedir. Mevlana, adı geçen bu eserinde şöyle demektedir:
Alevi ozanlarının nefeslerinde, Hz.imam Ali’nin tanrısallığına dair sayılamayacak kadar çok örnek mevcuttur. Nefeslerde Hz.imam Ali için söylenen niteliklerin bir bölümü tamamen onun uluhiyetiyle ilgilidir:
O, Şah-ı Merdan’dır. Yani yiğitlerin şahıdır.
O, Şah-ı Evliya’dır. Yani velilerin şahıdır.
O, Şir-i Yezdan’dır. Yani Tanrı’nın arslanıdır.
O, Nihan’dır. Yani sırdır.
O, Şah-ı Velayet’tir. Yani veliliğin şahıdır.
O, Ebu Turab’dır. Yani toprağın babasıdır.
O, Bab’ül-ilim’dir. Yani bilimin kapısıdır.
O, Emir’ül-Mümin’dir. Yani insanların önderidir.
O, Haydar’dır. Yani arslandır.
O, Vechullah’tır. Yani Tanrı’nın yüzüdür, tecellisidir.
O, Kur’an’ı Natık’tır. Yani konuşan Kur’an’dır.
O, Levh-i Mahfuz Kalemidir. Yani korunmuş levhayı yazan kalemdir.
O, Nur-u Rahman’dır. Yani Tanrı’nın ışığıdır.
(Levh-i Mahfuz, korunmuş levha demek olup arşta bulunan ve tüm Kutsal Kitapların yazılı bulunduğuna inanılan kutsal levhadır.)
Hz.imam Ali’nin uluhiyeti ile ilgili olarak bir nefes sunarak yetinelim. Bu konuda kanıt bulmak konusunda sıkıntı çekmek bir yana hemen hemen tüm nefeslerde bir şekilde bu inanca bir gönderme olduğu görülmektedir.
“Kün!” deyince var eyledi on sekiz bin alemi.
Hem yazandır, hem bozandır, levhi mahfuz kalemi.
Külli dertlerin dermanı, yaraların melhemi.
Hem sakidir, hem bakidir nur-u Rahman’ım Ali.
Yetiş carımıza kurtar medet mürüvvet ya Ali.
Şah-ı Merdan çüşa geldi, sırrın aşikar eyledi:
“Yağmuru yağdıran benim” deyi Ömer’e söyledi.
Ol demde şimşek balkıyıp yedi sema gürledi.
Hem sakidir, hem bakidir nur-u Rahman’ım Ali.
Yetiş carımıza kurtar medet mürüvvet ya Ali.
Ömer vardı Hak Muhammed katınadedi: “eyle beyan,
Hz.Ali midir ol arşa gürleyan,
Çarh-ı gerdunun elinden sırr’ı hikmet eyleyen?”
Hem sakidir, hem bakidir nur-u Rahman’ım Ali.
Yetiş carımıza kurtar medet mürüvvet ya Ali.
Hak Muhammed buyurdu ki; “Yektir Ali, bir.” Dedi.
“Hem evveli, hem ahiri, her şeye kadir.” Dedi.
“Ali’ye şirk koşanlar mutluka kafir” dedi.
Hem sakidir, hem bakidir nur-u Rahman’ım Ali.
Yetiş carımıza kurtar medet mürüvvet ya Ali.
Bilindiği üzere Sünnilik ve Şiilikte Tanrı’dan başka bir varlığa uluhiyet atfetmek şirktir. Bu açıdan bakıldığında Aleviler, Sünnilik ve Şiilik inancına göre Tanrı’ya ortak koşanlar yani müşriklerdir.
Alevilikte, tıpkı Hz.imam Ali gibi on iki imamları oluşturan diğer imamlar da uluhiyet sahibidir. Aleviler, on iki imamları da Şiilerin olgıladığı gibi algılamazlar. Şiiler İmamların, kendi anladıkları biçinde namaz kıldıklarına dayanarak Alevileri de namaza çağırmakta ve böylece Şiileştirmeye çalışmaktalar. Oysa, Aleviler için on iki imamlar taklit edilecek değil örnek alınacak önderlerdir. Birebir onların yaşadığı gibi yaşamaya çalışmak, onlar gibi namaz kılmak Aleviliğin kabul edebileceği bir şey değildir. Çünkü Alevilik, kalıplara hapsolmayı ve her türlü zahiri sığlığı reddeden bir nançtır.
Aleviliği kimi Kur’an’sal hükümler karşısındakayıtsız kalmasından ötürü İslam dışı sayanlar da bilmelidir ki, aynı durum tüm İslam orijinli akımlar için de söz konusudur. Kur’an’da olduğu halde Sünni ve Şiilerin de uygulamadıkları pek çok hüküm mevcuttur. Kaldı ki bu hükümlerin çoğu da günümüz koşullarında uygulanma olanağı kalmayan hükümlerdir. Kur’an ayetlerinin çoğu tarihsel yani mensuhtur. Hükmü ortadan kalkmış ayetler Kur’an ayetlerinin büyük bir çoğunluğunu oluşturmaktadır. Bu konuda “Laik Türkiye İçin Yükselen Alevilik” adlı kitabımızın “Aleviler ve Kur’an-ı Kerim” adlı bölümüne başvurulabilir.
Kur’an’ın her çağda geçerli olabilecek hükümleri sadece inanca ve ahlaka dair hükümlerdir. Dolayısıyla ibadet ve muamelat/ toplumsal ve hukuksal düzen ile ilgili ayetler zamana ve mekana kayıtlı ayetler olduklarından her çağda ve her toplumda birebir uygulanma olanağı bulunmayan ayetlerdir. Kuşkusuz bu gerçeği iyi gören İslami akım da yine Alevilik akımıdır. Alevilik, bu yönüyle de özgünlüğünü belli etmektedir. Aleviliğin bu konudaki özgünlüğünü de pek çok nefeste olduğu gibi Hünkar Bektaş Veli’nin şu sözünde duyumsamaktayız:
Kimi Sünni misyoner çevrelere göre ise; “Alevilik dinsel bir kültürden ibaret olup Alevi ritüelleri de bu dinsel kültürün, kültürel bir unsuru olarak etnolojik(Irk bilimsel) ve antropolojik (İnsan bilimi) değeri bulunan “saygın” ögelerdir. Alevi ritüelleri asli ibadet olma bakımından dinsel dayanaklardan yoksundur. Bu nedenle Aleviler için de, asli ibadet biçimleri Sünni ritüellerdir. Beş vakit namaz, Ramazan orucu, Kabe’yi ziyaret vb. Sünni dinsel ritüelleri reddetmedikleri sürece yapmasalar bile Aleviler de müslüman sayılmalıdırlar. Uygulamadıkları bu ibadet biçimlerini de uygulama noktasına zamanla geleceklerdir. Bu nedenle ürkütmeden ve hatta gönüllerini okşayıcı sözlerle kendilerine özgün kültürel ritüelleri de sahiplenerek İslam’ın asli ibadet biçimlerini onlara benimsetmeliyiz. Muharrem orucunu övüp ardından Ramazan orucunu, cem ibadetini övüp ardından beş vakit namazı yavaş yavaş zerketmekteyiz.”
Alevilere duyururum ki,kimi uzman ve sinsi Sünni misyonerlerin izlediği yol budur. O halde Aleviler, kesin ve keskin bir kararlıkla, onların iddia ettiği gibi birden fazla Aleviliğin değil tek bir Aleviliğin olduğunu ilan etmek ve onların istedikleri noktaya gelmiyeceklerini haykırmak için tüm misiyonerlere şu yanıtı vermelidir:
Biz, sizin gibi namz kılmayız. Bizim Namazmız (ibadetimiz) cem ayinidir. Cemlerimizin kaynağı kırklar meclisidir.
Biz, Ramazan’da oruç tutmayız. Bizim orucumuz Muharrem orucudur.
Bizim, ibadethanemiz camiler değil., cem evidir.
Biz, Bağlama çalar, semah döner, böylece Hakk’a ibadet ederiz.
Biz, taştan duvara değil, insana secde ederiz.
Bizim, Nefeslerimiz ayet, bağlamamız “Telli Kur’an”dır.
Biz, anlamadığımız bir dille değil, anladığımız dilde ibadet ederiz.
Biz, mollaların değil, Seyitlerin (Mürşit, Pir ve Rehber) yolunda gideriz.
Biz, hurafelere (dine sonunda girmiş) değil, bilime itibar ederiz.
Birbirinden farklı Aleviliklerin olduğunu iddia edenler bilmelidirler ki, tek bir Alevilik vardır. Bölgeden bölgeye ve yöreden yöreye kendini gösteren kimi küçük farklılıkları Aleviliği homojen (bağdaşık, çok terimli) bir inanç olmadığı savlarına dayanarak oluşturmak isteyenler, Aleviliği istedikleri noktaya sürüklemeyeceklerdir. Çünkü tüm Alevileri birbirine bağlayan ve Tek Bir Alevilik gerceğini oluşturan değerler bellidir. Bütün Alevilerin üzerinde ittifak ettiği konuları bir kez daha anımsatarak konumuzu bağlayalım:
Alevilerin ibadeti ayin-i cemdir. Beş vakit namaz değil!
Alevilerin orucu Muharrem’dir. Ramazan değil!
Alevilerin ibadet yeri cem evleridir. Camiler değil!
Alevilerin inanç önderleri seyidler’dir (Mürşit, Pir ve Rehber). Hoca, İmam, Molalar değil!
Alevilere göre okunacak en büyük kitab insandır!
Alevilere göre İnsan (Hz.Ali) konuşan Kur’an’dır!
Alevilere göre bağlama Telli Kur’an’dır!
Alevilere göre devriye ve tenasüh (ruh göçü) haktır!
Alevilere göre semah Hz.Muhammed’in müminlere armağan ettiği bir ibadettir.
Alevilere göre Hz.Muhammed Peygamber, Hz.imam Ali velidir.
Alevilere göre Hz.imam Ali, Tarısal bir kimliğe sahiptir.
Aleviler taştan bir binaya değil, insana secde ederler.
Tüm bunlara karşın yine de büyük bir alçak gönüllülük örneği olarak Alevilerce ifade edildiği üzere “Yol bir, sürek bin bir dir.”
Kitap: Alevi ibadetlerinin islam’daki yeri
Yazar: Mustafa Cemil Kılıç
Dizgi ve Düzenleme: Veysel Çoşkun
Ekleyen: Seyyid Hakkı