9- Aleviler ve Kur’an’ı Kerim
Aleviler ve Kur’an’ı Kerim
Aleviler, Kur’an’ın Tanrı tarafından gönderilen son kutsal kitap olduğuna inanırlar. Aynı şekilde Kur’an’dan önce gönderilen diğer kutsal kitapların (Zebur, Tevrat, İncil) da hak olduğuna inanırlar. Ancak bu kutsal kitaplardan ve özelikle de Kur’an’dan ne anlaşılması gerektiği konusunda gerek Sünnilerden, gerekse Şiilerden farklı düşünürler. Bu farklılığın en güzel ifadelerinden biri Seyyid Ali Sultan’ın dizelerindedir:
“....
Biz bir ayet okuruz, hiç Kur’an’a benzemez
Bu bizim imanımız kör imana benzemez.
....
“ (Cem Dergisi, sayı 127, s. 35)
Osmanlı şeyhülislam ve müftülerinin bir kısmının Aleviler hakkında söyledikleri; “Kur’an’ı istihfaf ederler (hafife alırla)....” şeklindeki iddia tamamen iftiradan ibarettir. Aslında bu iddiaların temelinde yatan gerçek şeyhülislam ve müftülerin kendi zahiri (dünyevi) anlayışlarını Alevilere dayatma ve böylece onları da Sünnileştirme veyahut bu olmazsa onları katletme arzularıdır.
Aleviler, Sünniler veya Şiiler gibi Kur’an’ın zahiri anlamlarına takılıp kalmazlar. Ondaki özü temel alırlar. Kur’an’ın batıni (gizemci, içsel, görünmeyen)/ içsel anlamlarına ulaşıp her çağda yeniden yorumlanması ve zamanın koşullarına göre yeni baştan değerlendirilmesi gerektiğine inanırlar. Çünkü bilirler ki, Kur’an’daki ayetlerin pek çoğu batıni manalar içerir. Yine bilirler ki, Kur’an’ın pek çok ayeti zamana ve mekana kayıtlıdır. Dahası sadece indiği dönemdeki insanları ilgilendiren, sadece Araplara özgü olan; dolayısıyla tüm çağlara ve tüm çoğrafyalara şamil (içine alan, kaplayan, kapsıyan) olması mümkün olmayan ayetlerin toplamı Kur’an’ın büyük bölümünü oluşturur.
Bu hususları ayrıntılandırmadan önce İslam tarihi boyunca sürekli gündemde bulunan bir konuyu değinmek yerinde olacaktır.
Kur’an’ın Korunmuşluğuna Dair
Hicr Suresi’nin 9. ayetinde şöyle denilmektedir: “Kur’an’ı (zikri) kesinlikle biz indirdik; elbette yine onu biz koruyacağız.”
Bu ayete dayanarak müslümanlar, Kur’an’ın Tanrı tarafından korunduğuna dolayısıyla onu değiştirmeye/tahrif (kalem karıştırma, değiştirme) etmeye kimsenin gücünün yetmeyeceğine inanmaktadırlar. Ancak, Kur’an’ın değiştirilme ve tahrif edilme tehlikesinin bulunmadığı, çünkü Allah’ın onu koruduğu yönündeki inanca rağmen ilk müslümanların Kur’an’ı koruma altına almak için harekete geçtiklerini ve böyleve Kur’an’ın bir komusyon tarafından önce toplanıp mushaf (türlü sayfalardan oluşan kitap) haline getirildiğini, Halife Osman döneminde de kitaplaştırılıp çoğaltıldığını bilmekteyiz. Burada kurumsal olarak iki soru gündeme gelmektedir.
Birincisi; madem Kur’an’ı Tanrı korumaktadır; niçin insanlar onun tahrif edilebileceği, unutulabileceği kaygısıyla onu mushaflaştırmış ve sonra da kitaplaştırmışlardır? Tanrı’nın vaadine rağmen niçin böyle davranmışlardır? Tanrı’ya güvenmemiş olacak değildirler ya....
İkincisi; kur’an’ın lafzının (söz, kelime) değişmemiş olmasının pratikte ne yararı vardır? Ortada tek bir Kur’an olmasına karşın birbirine çok uzak görüşlere sahip müslümanların mevcudiyeti; onlarca mezhep, tarikat, cemaat, meşrep vb.lerinin varlığı hiç değişmemiş Kur’an’a rağmen nasıl açıklanabilir? Hemen hemen okuyan herkesin farklı şeyler anladığı, farklı görüşler edindiği ve hatta birbirine zıt hükümler çıkardığı Kur’an’ın lafzan değişmemiş olmasının kılgısal/pratik değeri nedir? aynı kitaba bakıp birbirlerini kafirlikle itham edecek kadar farklı şeyler anlayan insanlar için Kur’an’ın hiç değişmemiş/tahrif edilmemiş olmasının ne anlamı vardır?
Bu sorular başta müslüman araştırmacılar olmak üzere konu ile ilgilenen tüm biliminsanları tarafından olumlu veya olumsuz, daha doğrusu İslam teolojisinin lehinde veya aleyhinde yanıtlanmaya çalışmaktadır. Bu konudaki tartışmaların sürgit devam edeceği muhakkaktır. Ancak bizce birinci soruya/sorular öbeğine verilecek yanıt şu olmalıdır: Tanrı’nın Kur’an’ı koruma vaadi, müslümanların onu korumaları yoluyla gerçekleşmiştir. Müslümanlar bir anlamda Tanrı’nın vaadinin gerçekleşmesinde vesile rolü oynamışlardır. Tanrı’nın vaadina güvenmemek bir tarafa onun onun vaadinin gerçekleşmesini sağlamışlardır.
Yine bizce ikinci soruya, ya da sorular öbeğine verilebilecek yanıt da şo olabilir:
Tüm bu tartışmalara karşın Aleviler; Kur’an’ı, Allah’ın Hz.Muhammed’e gönderdiği son ilahi kitap olarak kabul ederler. Bu konuda Sünni ve Şii müslümanlarla aralarında bir fark yoktur.
Bununla birlikte yukarıda da söylediğimiz gibi Alevilerin Kur’an’a yaklaşımları son derece farklıdır. Aleviler; kur’an’ın yüzeyselanlamından ziyade içsel (batıni) anlamının önemli olduğunu savunurlar. Kur’an’ın pek çok ayetinin Sünni ve Şiilerce yanlış yorumlandığını/anlaşıldığına inanırlar. Onların, sadece yüzeysel/zahiri/dışsal anlamlarla yetindiklerini, içsel (batıni) anlamlara ulaşamadıklarını ileri sürerler. Nitekim Kur’an’ın yüzeysel (zahiri) anlamlarının yanında içsel anlamlarının da olduğunu bizzat Kur’an’ın kendisi söylemektedir.
Sünni ve Şii müslümanlar, Kur’an’ın her hükmünün ve her ayetinin her çağında ve her çoğrafyada geçerli olduğunu yani Kur’an’ın tümüyle Evrensel ve zaman üstü olduğunu ileri sürerler. Ancak yine de Kur’an’daki pek çok hükmü uygulamazlar. Uygulamadıkları hükümlerin aslında uygulanamaz hükümler olduğunu görmek istemezler. Üstelik bu gerçeği asırlardır söyleyen Alevilere, batıni kimselere karşı da geçmişte olduğu gibi bugün de mütecaviz (saldırıcı, saldırgan, sataşkan) bir tutum sergilerler.
Tekraren ifade edelim ki, Aleviler; Kur’an’daki pek çok ayetin yerel anlamlı ve kimi ayetlerin de zamana kayıtlı olduğunu/hükümlerinin geçersiz hale geldiğini savunurlar. Şimdi bu savları teker teker ele alalım.
Kur’an’ın Batıni Amlamları vardır
Kur’an’ın batıni (içsel) anlamlarının olduğu savı Kur’an kaynaklıdır. Nitekim Al-i İmran Suresinde şöyle denilmektedir:
Ayrıca yine Zümer Suresi’nde şöyle denilmektedir:
Bu ve bunun gibi pek çok ayet Alevilerin savlarının dayanağıdır. Aleviler, Kur’an’ın gerçek yorumunun ve içsel anlamının başta Hz.Ali olmak üzere tasavvufi derinliği olan kişilerce keşfedildiğini/keşfedileceğini savunurlar. Nitekim Hz.Muhammed, Hz.Ali’yi ilim şehrinin kapısı olarak nitelemiş ve ona Kur’an’ı anlamak noktasında en yüksek payeyi vermiştir. Onu kendi yerine vasi tayin etmesi de bu nedenledir. Kuşkusuz Kur’an’ı, Hz.Muhammed’in yerine vasi tayin ettiği bir kişiden daha iyi hiç kimse yorumlayamaz. Bu nedenledir ki, Hz.Ali, “Ene Kur’an’u natık” “Ben konuşan Kur’an’ım.” demiştir.
Hz.Ali, bu sözü Sıffın Savaşı sırasında askerlerinin mızraklarının uçlarına Kur’an sayfalarını taktıran Muaviye’nin hilesine kanıp savaşmaktan vazgeçen ve “Biz Kur’an’a saldıramayız” diyen kendi askerlerini ikna için söylemiştir. Fakat bir kısım askerler, Hz.Ali’nin bu sözüne rağmen savaşmaktan vazgeçip Muaviye’nin savaşı kazanmasına neden olmuşlardır. Bu olay Kur’an’ın siyasete alet edilmesinin ilk örneklerinden biri olarak tarihe geçmiştir. Hz.Ali de bu tavrıyla dinin ve kutsal değerlerin siyasete alet edilmesine ilk karşı çıkanlardan olarak tarihçe kaydedilmiştir. Alevi inancına göre Hz.Ali, Kur’an’ın ta kendisidir. Bugün Kur’an’dan anlaşılan yazılı bir belgedir. Ancak, Hz.Ali’nin o yazılı belgenin konuşan, cisimleşmiş ve muşahhas halidir. Alevilerin, Hz.Ali’yi gerçek Kur’an/mücessem ve müşahhas Kur’an olarak gördüklerinin en edebi ifadelerinden biri Virani Baba’ya aittir (İsmail Onarlı, Alevilik’te Nevruz Nedir?, s. 11.):
Ali İncil, Ali Tevrat,
Ali Zebur, ali Kur’an,
Ali Fazl’ur Rahman,
Ali’dir sümme vech’ul-lah.
Hz.Ali’nin bu üstün niteliğinin bir yansıması olarak Aleviler, onu övmek , yüceltmek konusunda görkemli ve edebi anlamda olağanüstü sözler söylemişlerdir. Onun, Kur’an’ın batıni yorumu olan hakimiyetini ve böylece dinin gerçek boyutunu keşfetmesini anlatan, edebi olarak bu gerçeklere dikkat çeken görkem yüklü şiirlerden biri de Şahkulu Sultan Dergahı post sahibi Hilmi Dedebaba’ya aittir (Hüseyin Bal, Alevi İslam Yolu, s. 132.):
Ali evvel, Ali ahir,
Ali tayyip, Ali tahir,
Ali batın, Ali zahir,
Ali göründü gözüme.
Ali candır, Ali canan,
Ali rahim, Ali rahman,
Ali dindir, Ali iman,
Ali göründü gözüme....
Kur’an’ın batıni anlamlarının olduğunun kanıtlarından biri de bazı surelerin başlarında yer alan harflerdir. Elif, Lam, Mim; Elif, Lam, Ra; Ha, Mim; Ta, Ha, vb. kimi harflerin ne anlama geldiği hususunda Kur’an yorumcularının bir sürü savı bulunmakta ve bunların hiçbiri birbiriyle uyuşamamaktadır.
Kur’an’ın içsel anlamlarının olduğunu yani müteşabih olduğunu kabul eden ve bu yönde çok ciddi ve bilimsel araştırmalar yapan çağdaş (yaşayan) Sünni din bilginleri de bulumaktadır. Özelikle Fazlur Rahman, Yaşar Nuri Öztürk ve Hasan Elik bu konuda öne çıkmaktadır. Hatta Yaşar Nuri’ye göre Kur’an’ın yüzde doksanı müteşabih, başka bir ifadeyle içsel anlamlıdır. (Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an’daki İslam, s. 486)
Bugün modernist tabir edilen kimi Sünni din bilginleri tarafından yeni yeni ortaya atılan bu görüşlerin Alevi önderleri yüzyllardır dile getirmektedir. Kur’an’ın zahiri (dışsal) anlam ve yorumların sadece bu çağda değil geçmiş dönemlerde de toplumsal yaşam bağlamında pek çok sorunlara yol açtığı tarihsel olarak sabittir. Yüzyıllar sonra da olsa Sünni ve Şii din bilginleri Alevi yaklaşımının doğrluğunu kabul etmek zorunda kalacaklardır, kalmaktadırlar. Fazlur Rahman, Yaşar Nuri Öztürk vb. din bilginlerinin çabaları (Bu bilginlerin çalışmaları genelde Kur’an’ın hukuksal ve sosyal alanlarla ilgili ayetleriyle sınırlı kalsa da son derece önemli bir gelişmedir. Bilindiği gibi Aleviler, sadece hukuksal ve sosyal anlamda değil ibadetler ve akaid (tapınma kuralların tümü) ile ilgili ayetlere de batıni (içsel) yorumlar geliştirmişlerdir.) Alevileri haklı çıkarmaktadır. Gerçi Aleviler, Sünni din bilginlerinden kendilerinin haklı olduğunu kabul etmelerini beklememekte ve buna gereksinim duymamaktadırlar. Onlar zaten tarihsel ve bilimsel olarak haklı olduklarını bilmektedirler. Bu biliş sadece bilme düzeyinde değil, bir iman mertebesindedir.
Aleviler; Kur’an’ın batıni anlamlarına uymayı ilke edinmişler, zahiri anlamlara boğulan ve dini dar kalıplara hapsedip her türlü gelişmenin önüne engel olarak koyan kimi bağnaz din bilginlerine yüzyıllar boyu karşı çıkmışlardır. Bilindiği gibi bu karşı çıkışlarının bedelini de çok ağır bir biçimde ödemişlerdir ve hala da ödemeye devam etmektedirler. Hallac-ı Mansur’un asılarak idamı, Seyyid Nesimi’nin derisinin yüzülmesi gibi olaylar milyonlarca elim olaydan sadece ikisini teşkil etmektedir.
Kur’an’ın Tarihsel Ayetleri Vardır
Kur’an’ın pek çok ayeti tarihseldir. İndiği dönemle ilgili ve günümüze dair hiçbir işlevselliği bulunmayan ayetlerin toplamı Kur’an’ın önemli bir bölümünü meydana getirmektedir. Hz.Muhammed ve ashabının yaşadığı ve bir daha benzerlerinin dahi yaşanmasına olanak bulunmayan bir sürü tarihsel olay Kur’an’da uzun uzadıya anlatılmaktadır. Kur’an’ın yorumlanması ve açıklanması çalışmalarında tarihsellikten kastedilen hükümlerinin geçersiz hale gelmesi durumudur. Böylesi ayetlerin varlığı modernist yorumcular tarafından kabul edilmekle birlikte geleneksel Sünni din bilginlerinin tümü bunu reddetmekte ve Kur’an’da bulunan bütün ayetlerin geçerliliğini sürdürdüğü, kıyamete değin de sürdüreceği inancını savunmaktadır.
Oysa Kur’an’ın kendisi zamanla kimi hükümlerinin geçersiz hale gelebileceğini öğrenmektedir. Nitekim bakara Suresi’nde şöyle denilmektedir:
“Biz bir ayetin hükmünü başka bir ayetle değiştirdiğimiz zaman-ki Allah neyi indireceğini çok iyi bilir-sen ancak bir iftiracısın dediler. Hayır; onların çoğu bilmezler.” (Nahl Suresi: 101. ayet)
Kuransal olarak Kur’an, kendi ayetlerini bazılarının zamanla geçersiz hale gelebileceğini söyleyerek (ki bu duruma Tefsir literatüründe nesh denmektedir.) tarihselliği kabul etmektedir. Günümüzde kimi modernist Sünni din bilginleri artık bunu kabul edip bu bağlamda yeni yorumlar geliştirmeye çalıştırmaktadırlar. Bu cümleden olarak söyleyelim ki; Kur’an’daki hukuksal ve sosyal anlam ve hüküm içeren pek çok ayetin hükmü kalkmıştır. Özelikle miras, kadının statüsü, ceza hukuku, cariye hukuku vb. konulardaki ayetlerin uygulanabilirliği kalmamıştır.
Aleviler, bu gerçeği yüzyıllardır söylemektedir. Onlar, Kur’an’ın bir öğüt kitabı olduğunu kabul etmişler ve onu bir dogma şeklinde görme yanlışına düşmemişlerdir. Kur’an’ın ortaya koyduğu ahlaki ve kimi inançsal esaslar, evrensel ve zaman üstü olmakla birlikte hukuksal ve sosyal alanlardaki ayatlerin, indiği dönemde geçerli olduğunu, sonraki zamanlarda yeni koşullarla birlikte yeni hükümlere ulaşılması gerektiğini ve bunun da ancak akılla yapılabileceğini ısrarla savunmuşlardır. İşte Seyyid Nesimi’nin sözleri:
(......)
“Din-ü iman-ü hacc-ü erkan-ı zekat
Bahs ü da’vi Şeriat kamu güftar nedir?
İlm-ü Kur’an-u dais-ü va’z ile ders
Cümle bir mani imiş bunca bu tekrar nedir?
İlm-i tevhid okuyan medrese ilmin okumaz
Gör ki bu ravzada ol sırrı ile esrar nedir?
(......)
Sözlerim cümle hakikattır sözüm anlayana
Özümü bilmeyene cümle bu güftar nedir?
Bu başlığa sadece iki örnek vererek kapatalım. Kur’an’da kadınların tanıklığı o dönem Arap toplumunun koşulları gereği erkeklerin tanıklığının yarısı kabul edilmektedir. Oysa Kur’an’dan evvel kadınların hiçbir biçimde tanıklıkları kabul edilmiyordu.
“Ey inananlar, belirlenmiş bir süre için borçlandığınız vakit onu yazın.... Erkeklerinizden de iki tanık bulundurun. Eğer iki erkek bulunmazsa rıza göstereceğiniz tanıklardan bir erkek ile biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatması için iki kadın olsun...” (Bakara Suresi: 282. ayet)
Çağımızda hiçbir entelektüel müslüman kadın Kur’an’da yazıyor diye kendi tanıklığının yarım kabul edilmesine razı olamaz. Görüldüğü gibi bu ayette o dönemin toplumsal koşullarına göre hüküm verilmiştir. Kadın o dönemde Arap toplumunda, sosyal yaşamda erkeğe oranla asla kıyas edilemeyecek derecede geri planda, hatta hiç yok hükmünde idi. böyle olunca da sosyal olaylarda –ki burada ticari bir durum söz konusudur. Tanıklığı erkek kadar muteber olmuyordu. Ne var ki sonraki dönem din bilginleri bu ayetten yola çıkarak kadınları her türlü hukuksal olayda yarım tanık kabul etmeyi kurallaştırılmışlardır. Ancak zaman denilen olgu bu sakat anlayışı geçersiz hale getirmiştir. Gerçi hala günümüzde bile kimi şeriatçı çevreler bu hükmü savunmaktadır ama yaklaşımın gerçek yaşamda hiçbir uygulanabilirliği kalmamıştır. Erkeklerin birden fazla kadınla evlenebilmelerine ilişkin durum da aynıdır. Kur’an’ın bu konudaki hükmü de artık geçersizdir. Hiçbir mülüman kadın bir erkeğin ikinci, üçüncü veya dördüncü karısı olmayı sindiremez. Bunu hiçbir çağdaş kadına İslam’ın hükmü diye kabul ettiremezsiniz.
Kur’an’daki bir dğer çarpıcı örnek de, kadının boşanma sonrası beklemesi gereken süre ile ilgilidir.
“Boşanmış kadınlar kendi başlarına üç ay halibeklerler. Eğer onlar gerçekten Allah’a ahiret gününe inanmışlarsa , rahimlerinden Allah’ın yarattığını gizlemeleri kendilerine helal olmaz...” (Bakara Suresi 228. ayet)
Görüldüğü üzere Kur’an indiği dönemin koşulları gereği kadınların boşanma sonrası üç adet dönemi (üç ay) beklemeleri ve hamile olup olmadıklarının net bir biçimde anlamalarını, hamile iseler çocuğunun babasının kesin bir şekilde açığa çıkmasını sağlamaları yani gizlememelerini söylemektedir. Yeni bir evlilikten önce bu, koşuldur. Eğer bu koşula uyulmazsa çocuğun nesebinin tesbiti olanaksızlaşacaktır. Ancak bilindiği üzere bu durum tamamen o dönemin şartlarını yansıtmaktadır. Bugün teknoloji son derece ilerlemiş ve bir kadının hamile olup olmadığını anlamak için üç ay beklemeye gerek kalmamıştır. Dolaysıyla Kur’an’ın bu hükmü ve hükme temel teşkil eden bu ayeti zaman tarafından nesh edilmiştir. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler Kur’an’ın kimi ayetlerini bu şekilde geçersiz kılmaktadır. Ancak yüce Allah’ın vahyi sadece Kur’an’dan ibaret değildir. Yani Kur’an’la son bulmuş değildir. Bunu bizzat Kur’an’ın kendisi ilan etmektedir.
“De ki; Rabbimin sözleri için denizmürekkep olsa, rabbimin sözleri tükenmeden önce deniz mutlaka biter. Bir o kadarını daha getirsek de yetmez.” (Kehf Suresi: 109. ayet)
“Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz katılarak (mürekkep olsa) yine Allah’ın sözleri bitmez. Kuşku yok ki, Allah mutlak galip ve hikmet sahibidir. (Lokma Suresi: 27. ayet)
Demek ki, yüce Allah’ın vahyi yani sözleri Kur’an’la bitmemiştir. Kur’an, vahyin sonu değildir. Allah’ın vahyi sonsuzdur ve süreklidir. Anlaşıldığı üzere vahiy devam etmektedir. Peki, bu vahyi içeriği nedir? artık yeni bir peygamber gelmiyeceğine göre –ki Kur’an böyle söylemektedir. Devam etmekte olan vahy, peygamberi/nebevi bir vahy değil, başka türde bir vahydir. Bizce bu, Tanrı’nın insan oğluna ihsan ettiği en büyük nimmet olan akılla alınan bir vahydir. Ancak bu akıl her bireyde bulunan akıl değil, evrensel akıldır, ortak akıldır. İnsanoğlu bu akılla, Allah’ın dilediği kadar ve dilediği sürede yeni bilgilere ulaşmakta, yeni keşifler yapmakta ve Tanrı’nın en büyük kutsal kitabı olan evren/evrendeki yaşamı okumaktadır. Bu okuma edimi (yapılmış, amel, gerçekleşmiş iş) Allah’ın izniyle olmakta, dolaysıyla bu okuyuş , tanrısal vahyi sürekliliğini ifade temektedir. İnsanın, evreni ve ondaki yaşamı okumasından bilim ve bilgi açığa çıkmaktadır.
Bilim ve bilgi ise ayette işaret edilen “Allah’ın tükenmeyen sözleri” dir. Yani sona ermeyen vahyidir. O halde bilime uymak, Allah’ın sonsuz ve sınırsız vahyinden nasiplenmektir. Bu noktada Kur’an’ın, “Hiç bilenlerle bilinmeyenler bir olur mu?” (Zumer Süresi: 9. ayet) şeklindeki ayeti hatırlanmalıdır. Yine Alevilerin, serçeşmesi Hünkar Bektaş Veli’nin; “Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” sözü unutulmamalıdır.
Kur’an’ın Yerel/Mekana Kayıtlı Ayetleri Vardır
Kur’an, yüce Allah’ın insanlara öğüt olmak üzere gönderdiği son Tanrısal bildirgedir. İçeriği itibariyle bütün kutsal bildirgeler gibi evrenseldir. Ahlak ve inanç esasları bütün insanlığı ilgilendiren özeliklerdir. Kimi hukuki ilkeler de evrenseldir. Suçun şahsiliği ve suçta orantılı ceza verme ilkesi gibi. Ancak kabul etmek gerekir ki, Kur’an’da mekana kayıtlı yani yerel ayetler de vardır. Kur’an’ın tümünün evrensel olduğunu iddia etmek her türli ciddiyetten uzaktır. Kur’an’da çağlar üstü gerçeklere işaret eden ayetler bulunduğu gibi sadece Araplar, hatta indiği dönemdeki Arapları ilgilendiren ve diğer topluluklar için hiçbir kuramsal ve kılısal (pratik) anlamı olmayan ayetlerde vardır.
Bu düşüncemizin kaynağı da Kur’an’dır. Nitekim Kur’an’da yüce Allah şöyle seslenmektedir:
Bir başka ayette ise şöyle buyrulmaktadır:
Açıkça görülmektedir ki, Kur’an’ın asli/birincil muhatabı Mekke ve çevresinde bulunanlardır. Mekke ve çevresinde bulunanlardan kastedilen ise doğrudan doğruya Araplardır. Bu savı destekleyen önemli işaretlerden biri de Kur’an’ın dilinin Arapça olmasıdır. Kur’an’ın Arapça bir kitap olarak indirilmesinin nedeni açıklanırken asli/birincil muhataplarının Araplar olduğu meydana çıkmaktadır. İşte Kur’an’ın diliyle ilgili açıklamanın bulunduğu bir ayet:
Kur’an’ın dilinin Arapça olmasının nedeni daha pek çok ayette anlatılmaktadır. Ancak verdiğimiz örnekler göstermektedir ki, Kur’an’ın dilinin Arapça olması boşuna değildir. İlk ve asli/birincil muhatab olan Arapların dilinin Kur’an’ın dili olması gerçeği bizi şu noktaya götürmektedir:
Gayet doğal olarak Kur’an’da sadece asli/birincil muhatapları ilgilendiren ve onlardan başkası için hiçbir kuramsal ve kılgısal (uygulamalı) anlamı bulunmayan ayetler vardır. Bu durum, onun evrensel bir kitap olması özelliği ile asla çelişmemektedir. Çünkü evrensel olan onun mesajıdır, ruhudur, özüdür, ortaya koyduğu genel hükümlerdir. Her bir ayeti, her bir hükme evrensel olamaz. Bu, toplumsal açıdan olanaksızdır. Kur’an, ilk muhatapları olan Arapların yaşamından somut olaylardan örnek alarak kimi sosyal düzenlemeleri ortaya koymuştur. Bu sosyal olayların birebir karşılığının bütün dünya toplumlarında mevcut olması olanaksızdır. Kur’an’ın tüm ayetlerinde Arap kültürünün, Arap anlayışının derin izleri bulunmaktadır ki, bu durum yadırganacak bir şey olmayıp son derece doğal bir özelliktir.
Arapların günlük yaşamlarında cereyan eden olaylar temelinde ihdas edilen sosyal ve dinsel kurallar bütün insanlık için birebir geçerli ve her çoğrafyada tatbiki zorunlu ilkeler olamaz. Nitekim tarihsel olarak da görmekteyiz ki, İslam’ı kabul eden pek çok gayri Arap topluluk, kimi İslami kuralları kendi toplumsal yapılarına uygulamaya çalışmışlardır. Bunun en büyük ve en çarpıcı örneği ise İslam’ın Türk kültürü ile yoğrulmasından doğan Alevi yoludur.
Kur’an’da sadece Arapları ilgilendiren ayetlerden çok çarpıcı ve hiçbir tevile (çevri) olanak bırakmayacak kadar net birkaç ayetle bu konuyu sonlandıralım.
“içinizden zıhar yapanların kadınları, onların anaları değildir. Onların anaları ancak kendilerini doğuran kadınlardır. Kuşkusuz onlar çirkin bir söz ve yalan söylüyorlar. Kuşkusuz Allah, affedicidir, bağışlayıcıdır. Kadınlardan zıhar ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönenlerin karılarıyla temas etmeden önce bir köleyi özgürlüğe kavuşturmaları gerekir. Size öğütlenen budur. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır. Bulamayan kimse/buna gücü yetmeyen kimse eşiyle temas etmeden önce ardı ardına iki ay oruç tutar. Buna da gücü yetmeyen altmış yoksulu doyurur. Bu, Allah ve elçisine inanmanızdan dolayıdır. Bunlar Allah’ın hükümleridir. İnanmayanlar için acı bir azap vardır.” (mücadele Süresi: 2-3-4. ayetler)
Öncelikle bu ayetlerin iniş nedenini açıklayalım. Araplarda, başka bir toplulukta bulunmayan bir gelenek vardı: zıhar geleneği. Bu geleneğe göre bir adam karısına “sen bana anamın sırtı gibisin” deyince kadın o erkeğe haram sayılır ve ebediyen kocası tarafından terk edilmiş olurdu. Hz.Muhammed’in arkadaşlarından Evs bin Sabit de karısına kızıp bu sözü söylemişti. Karısı Havle, Hz.Muhammed’e gidip genç yaşında kocasına hizmetler ettiğini, çocukları olduğunu, şimdi bu ihtiyarlık zamanında kocasının bu sözü söyleyerek kendisini perişan ettiğini anlattı ve Hz.Muhammed’en tekrar kocasına dönmesi için hüküm istedi. Hz.Muhammed ise “sen ona haramsın.” dedi. Kadın, küçük çocuklarına üzüldüğünü söylüyorve kendi lehinde bir hüküm vermesini Tanrı elçisinden tekrar tekrar istiyordu. Sonunda Hz.Muhammed’e vahiy hali belirdi ve bu ayetler indi. Böylece Tanrı, Araplara özgü eski bir geleneğin yanlış bir kanıdan ibaret olduğunu, bu tür sözlere kadının kocasının anası olmayacağını bildirdi.
Görüldüğü gibi zıhar geleneği Araplara özgüdür. Dolaysıyla Kur’an’ın bu ayetleri de Araplara özgüdür. Türkler veya diğer müslüman halklar için bu ayetlerin kramsal ve kılgısal olarak hiçbir anlamı yoktur. Çünkü Türklerde ve diğer müslüman halklarda böylesi bir gelenek yoktur. Kur’an’da daha pek çok konularda böylesi ayetler vardır. Kız çocuklarının utanç nedeni sayılıp diri diri gömülmesi, başı açık olmanın cariye (köle kadın) ve hayat kadını olmaya işaret addedilmesi gibi durumlar başka topluluklarda, sözgelimi Türklerde yoktur. Dolaysıyla Türkler için başa örtü almak özgür olmaya da işaret sayılamaz. Gerçi artık günümüz Araplar için de böyle bir durum söz konusu değildir. Dolaysıyla başı örtme diye bir buyruğa da artık gerek yoktur. Kaldı ki bugün pek çok Sünni din bilgini başı örtme ile ilgili ayetlerin bir buyruk değildir, bir öğüt/tavsiye olduğunu ve başı örtmenin dinsel anlamda hiçbir cezasının bulunmadığını dile getirmektedir. Kız çocuklarının diri diri gömülmesi geleneğinin yasaklanması da, bu gelenek sadece Araplarda olduğu için Araplara özgüdür. Türkler veya diğer müslümanlar topluluklar için bu türden ayetlerin kırgısal karşılığı yoktur.
Yine Kur’an’da insanoğlunun bilemeyeceği sadece Tanrı’nın bilebileceği kimi konuların olduğu –ki bunlara Kur’an literatüründe gayb (bilinmeyen, gizli) denmektedir, -bilinmektedir.
Bu konular; kıyametin ne zaman kopacağı, yağmurun yağması, ne zaman ölüneceği, nerede ölüneceği, rahimlerde bulunanların mahiyeti (Burada kastedilen çocukların cinsiyetidir.) vb. dir.
Söz konusu ayetler şöyledir:
“Her dişinin neye gebe olduğunu, rahimlerin neyi eksiltip neyi azaltacağını Tanrı bilir. Onun katında her şey bir ölçüye bağlıdır.” (Rad Süresi: 8. ayet)
İşte görüldüğü gibi bu iki ayette belirtilen olaylar artık insanoğlu için gayp (bilinmeyen) şeyler değildir. Ancak Kur’an’ın indiği dönemdeki insanlar bunların hiçbirini gerçekten bilmiyorlardı. Fakat insanoğlu Tanrı’nın izni ile ve onun bitip tükenmeyen vahyinin/sonsuz ve sürekli vahyinin (Bilim ve teknoloji) yol gösteriliciği ile geçmişte bilinmeyen kimi konuları artık tüm çıplaklığı ile bilinmektedir. Yağmurun ne zaman yağacağını insanlar için artık meçhul değildir. Gelişen bilim ve teknoloji sayesinde hava tahmin raporları ile hava durumu ve iklimsel özelikler yüde yüze yakın bir oranla bilinmekte ve bu bilgi ile tarımsal, sınai ve sosyal planlar yapılmaktadır. Hatta insanoğlu geliştirdiği teknoloji ile artık yapay yağmur bile yağdırabilmektedir. Artık insanoğlu, anarahmindeki çocuğun sadece cinsiyetini değil, yaşamı boyunca hangi hastalıklara yakalanacağını, saçının rengini, sakat doğup doğmayacağını, kaç kilogram ağırlıkta olacağını vb. bilinmektedir.
Sıraladığımız bu özelikler inancı zayıf kimseler için inkara zemin oluşturabilir. Ancak Kur’an’ın gerçek işlevini ve Tanrı’nın onu indirmekle neyi amaçladığını, yine yüce Allah’ın kendilerine ihsan ettiği anlama gücü ve sezgi yeteneği ile keşfedip bilenler böylesi bir inkar çukuruna düşmek bir tarafa Tanrı’ya ve onun dinine olan imanlarını güçlendirirler. (Mustafa Cemil Kılıç, Laik Türkiye İçin Yükselen Alevilik, s. 103.)
Bu incelemede Kur’an’daki birkaç ayet temel alınarak Kur’an’ın tarihselliği, batıniliği, yerelliği gibi konular çerçevesinde Alevilerin Kur’an’a dair geliştirdikleri yaklaşımı irdelemeye çalıştık. Sözkonusu konulara kanıt teşkil eden onlarca-yüzlerce ayet vardır. Lakin biz burada, meselenin anlaşılması noktasında kifayet (yeterli, kafi) arzettiği için sadece birkaçını sunmakla yetindik.
İşte, Alevi yoluna intisap (bağlama, girme) eden gerçek müminler, zahiri (dışsal) sağlıktan kurtulup batıni derinliğe ulaşarak Kur’an’ın ne amaçla indirildiği ve Tanrı’nın insanlardan ne istediğini gerçek boyutlarla keşfetmiş, yüce Allah’ın bitip tükenmeyen vahyine teslim olup hakiki İslamcı olma mertebesine ulaşmış kimselerdir. Onlar, büyük Hünkar’ın, “Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.” Sözüne boyun eğerek bilimin aydınlatıcı ikliminde yaşamaktadırlar.
Aleviler, insanın yeryüzünde Tanrı’nın tecellisi olduğuna inanmakta dolaysıyla insanı okumanın, onu anlamaya çalışmanın ve insanı insan yapan en önemli değer olan akla teslim olmanın gerçek mümin olmak demek olduğuna iman etmektedirler.
Sözlerimizi yine Alevilerin serçeşmesi Hünkar Bektaş Veli’nin bir sözü ile bitirelim. “Okunacak en büyük kitap insandır.”
Alevi Ritüellerinde Kur’an’ın yeri
Alevi ritüelleri denilince ilk akla gelen Cem ayinidir. Cem ayini Aleviliğin temel ibadetidir. Cemsiz Alevilik olmaz. Dolayısıyla Cem, Alevileri diğer inanç topluluklarından ayıran en temel unsurlardandır. Hadisenin daha da berraklaşması için söyliyelim ki, samimi bir Alevi için cem ayininden daha yüce ve kutsal bir ritüel/ibadet yoktur. Tıpkı Muharrem orucundan daha kutsal ve yüce bir oruç olmadığı gibi. Ve yine insanların kalbini/gönlünü kazanmaktan daha kutsal ve yüce bir hac olmadığı gibi. Bu söylemlerin Sünni ve Şii müslümanlar için ne denli şaşırtıcı olduğu ortadadır. Ancak bunlar Alevilerin asla vazgeçemiyecekleri ve asla terketmeyecekleri olmazsa olmaz ilkeleridir. Bunlardan yahut bunların herhangi birinden taviz veren ya da bunların birincil olma özelliğini ikinciliğe indirgeyen bir kimsenin Alevi olması imkansızdır. Bu girişten sonra cem ayininde Kur’an’ın yerini (lütfen dikkat, Kur’an’da cem ayininin yeri değil, cem ayinlerinde Kur’an’ın yeri) ele alalım:
Cem ayininde Kur’an’dan kimi bölümler okunmaktadır. Bunlar; fatiha Süresi, İhlas Süresi ve Nur Süresi’nin 35, 36. ayetleri ve Kerbela katliamı için söylenen mersiyeden evvelHz.imam Hüseyin ve dava yoldaşlarının maruz kaldığı susuzluğa dikkat çekmek için, Tanrı’nın herşeyi (çanlıları) sudan yarattığını bildirdiği söz konusu ayettir. Bahse konu Sure ve ayetlerin tümü Türk dilinde okunmaktadır. Bunların dışında hemen hemen başkaca hiçbir ayet okunmaktadır. (Cem başlamadan evvel Mürşit veya Pir yaptığı dinsel açıklama/mesaj hariç.)
Cemlerde asıl yer deyişlerin /nefeslerindir. Okunan Kur’an ayetlerinden kat be kat fazla deyiş ve nefes okunmaktadır. Bu deyiş ve nefeslerin büyük bölümü de Şah İsmail Hatai’ye aittir. Özelikle Balkanlardaki ve diğer bölgelerdeki pek çok Alevi topluluk için Hatai nefesleri/deyişleri okumak, Kur’an okumak gibi kutsal addedilmektedir. Bu o denli güçlü bir inanıştır ki, Aleviler; Şah İsmail Hatai nefeslerini /deyişlerini okuduklarında doğrudan doğruya “Kur’an okuduk.” (Rıza Zelyut, “Şah İsmail’in Şiirleri”, Güneş Gazetesi, 21.05.2005.) demektedirler. Gerçekten de Alevi inancında yedi ulu ozana ait deyişler/nefesler ayet gibidir, Kur’an’ın özü’nü teşkil etmektedir. O denli kutsal ve mübarektirler.
Seyyid Ali Sulatn’ın;
“.....
Biz bie ayet okuruz, hiç Kur’an’a benzemez
Bu bizim imanımız kör imana benzemez.
......“
Demesindeki hikmetlerden biri de budur.
Gayet serahatle bilinmekteyiz ki, yedi ulu ozanın tüm deyişleri/nefesleri, Vahdet-i Vücud anlayışı çerçevesinde Allah aşkını anlatan, Ehl-i Beyt sevgisini konu alan, edep ve ahlakı öğütleyen kutsal şiirlerdir. Bu bağlamda Kur’an’ın içeriği ile de zaten örtüşmektedir. Yani bir anlamda bu şiirler Kur’an’ın lirik (çok etkili, çoşkun) ve manzum (şiir biçiminde yazılmış) tefsiri ginbidir.
Ayrıca yeri gelmişken hemen belirtelim ve anımsatalım ki, yedi ulu ozan ve özelikle Şah İsmail Hatai, Alevi inancına göre Hz.imam Ali’nin don değiştirmiş/başka bir kılıkta tekrar dünyaya gelmiş halidir. Hz.imam Ali’nin “Enne Kur’an’u Natık” (“Ben konuşan Kur’an’ım”) dediği düşünüldüğünde yedi ulu ozanın da aslında Hz.imam Ali gibi “konuşan Kur’an” oldukları anlaşılmaktadır. Dolaysıyla onların deyişleri/nefesleri de tıpkı Kur’an gibi kutsal ve mübarektir. O halde onların deyşlerini/nefeslerini okumanın Kur’an okumak gibi olduğuna inanılması Alevi teolojisi açısından düşünüldüğünde son derece doğru ve tutarlıdır. Bu cümleden olarak ve daha açık bir biçimde söyleyecek olursak bize göre yedi ulu ozanın deyişlerini/nefeslerini okumakla Kur’an okumak arasında hiçbir fark yoktur. Lakin yine de zarureten ifade etmeliyiz ki, bu sözlerimiz zahirde kalan şeriat ehli için değil, ancak batıla vasıl olan tarikat ehli için bir anlama sahiptir. Zahirilerin bizi anlaması imkan dahilinde değildir. Anlamayacakları için de mütecaviz bir tutum takınmaları şaşırtıcı olmayacaktır. Bu hazin gerceği Seyyid Nesimi, Hallac-ı Mansur, Pir Sultan Abdal gibi Alevi uluların başlarına gelenlerden gayet net bir biçimde bilmekteyiz.
Sonuç
Aleviler ve Kur’an konusunu ulaştığımız sonuçları maddeleştirerek sürdürelin:
1-Kur’an, Allah’ın gönderdiği son kutsal kitaptır.
2-Allah’ın vahyi Kur’an’la son bulmuş değildir. Vahiy süreklidir. Çünkü vahiy rahmettir. Ve Tanrı’nın rahmeti sonsuzdur. Ancak sürmekte olan vahiy nebevi/peygamberi bir vahiy değildir. Çünkü peygamberlik Hz.Muhammed’le sona ermiştir. Tanrı’nın sonsuz olan vahyi bilimdir. Bilime uymak, Allah’ın insanoğluna bahşettiği en büyük nimmet ve lütuf olan akla uymak demektir. Nitekim Kur’an’da ; “aklını işletmeyenlerin üzerlerine pislikler yağdırılacağı” buyrulmaktadır. İşte bu nedenle Hünkar Bektaş Veli; “İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.” demektedir.
3-Kur’an, bir öğüt kitabıdır.
4-Kur’an’dan öğüt alabilmek için onu anlamadığımız bir dilde değil anadilimizde okumalıyız.
5-Kur’an’ın ayetlerinin çoğu müteşabihtir. Bu nedenle yorumu da kişiden kişiye veya sahip olunan anlayışa ya da yaşanan yere ve mensup olunan topluma göre farklılık arzetmektedir.
6-Kur’an’a dayanarak din devleti talep etmek, anti laik sistem isteminde bulunmak (Şeriatcılık yapmak) Kur’an’ı anlamak veya maksatlı bir biçimde saptırmak demektir.
7-Yedi uluların deyişleri/nefesleri okumak da Kur’an okumak gibi sevap ve mübarektir.
Sözlerimizi ilim şehrinin kapısı, “Kur’an-u Natık”, mücessem ve müşahhas Kur’an, Şah-ı Merdan Hz.imam Ali için söylenen Kaygusuz Abdal, Virani Baba ve Seyyid Nesimi’ye ait üç nefesle nihayete erdirelim:
Ali’ye ismullah derler,
Yüzüne secde derler,
Taş yerine koyarlar,
Koyamazsın demedim mi?
Bu Kaygusuz ezeliden,
Himmet almış ol veliden,
Oku ilmini Aili’den,
Doyamazsın demedim mi?
Kaygusuz Abdal
Ali İncil, Ali Tevrat,
Ali Zebur, Ali Kur’an,
Ali Fazlur rahman,
Ali’dir sümme vech’ul-lah!
Virani baba
Ey benim Şahım, sığınacağım,
Fazlı rahmanım Ali!
Selam ey Şah-ı Merdan Ali!
Selam ey Fazl-ı Yezdan Ali!
Seyyid Nesimi
Kitap: Alevi ibadetlerinin islam’daki yeri
Yazar: Mustafa Cemil Kılıç
Dizgi ve Düzenleme: Veysel Çoşkun
Ekleyen: Seyyid Hakkı