8- Akıl tutulması ve Zekat
Akıl tutulması ve zekat
İslam’ın en önemli dinsel kurallarından biri de zekattır. Zekat sözlükte bereket, artış ve arınma anlamına gelen Arapça bir sözlüktür. Dinsel literatürde ise, varsıl (parası, malı çok olan, Zengin, yoksulun karşıtı) müslümanların her yıl mallarının/kazançlarının/servetlerinin belli bir bölümünü yoksullara vermesi anlamını içermektedir.
Zekat, tercihen yapılması gereken bir ibadet olarak değil bir zorunluluk olarak görülmektedir. Kur’an’daki pek çok ayet, zekatı yoksulların hakkı olarak nitelemektedir. Yoksula verilen zekat, varsılların bir lütfu değil yoksulların almak durumunda oldukları haklarıdır. Dolayısıyla zekat vermek bir bağışta bulunmak değil hak sahibine hakkını vermektir.
Zekatın, hicretin2. ila 5. yılları arasında inananlar üzerine yazıldığı/farz kılındığı bilinmektedir.
Zekatın zorunluluğu ve yoksulların hakkı olduğu ile ilgili Kur’an’da yer alan ayetlerden birini sunmakla yetinelim:
Zekatın kimlere verileceğini bildirdiği ayette ise şöyle denilmektedir:
Zekatın kimlere verileceği konusunda net bir beyanda bulunan Kur’an, miktarında ve ve zekatı verme zorunluluğu hususunda gerekli varsıllık ölçüsünden bahsetmemektedir. Kırkta bir uygulaması ve nisap miktarı (varlık ölçüsü) tümüyle içtihadi bir saptamadır. Bu içtihadi saptama Hz.Muhammed’in ve sahabelerin uygulamalarına dayandırılmakla birlikte bağlayıcı değildir. Kur’an’ın bu konuda bir miktar belirtmemesinden de bu durum anlaşılmaktadır. Peygamber ve sahabelerin uygulamaları konusunda ulaşılan bilgiler hem güvenilir olmıyabilir hem de o zamanın toplumsal kuşullarının sonucu olarak ihdas edilmiş yorumlar olarak görülebilir. Burada asıl olan Kur’an’ın bu konuda bir miktar belirtmeyişinin hikmetini kavrıyabilmektir. Yüzyıllar öncesinin yorumlarıyla hareket etmeyi sürdürmek isabetli bir tutum değildir. Bu konuda ısrarcı davranmak akıl tutulmasından başka bir şey olamaz.
O halde Kur’an’ın hiçbir miktar belirtmeyişinden ne anlamalıyız?
Aslında anlamak isteyen için buradaki ilke nettir: paylaşmak!
Kur’an, paylaşma istiyor. Kuşku yok ki, paylaşmak belli bir miktarı vermekten daha insani bir eylemdir. İslam peygamberi Hz.Muhammed’in pek çok uygulamasının aslında bu yönde olduğu görülecektir.
Hadis kitaplarında bir takım yönlendirmelerin olabileceği kanısındayız. Sonraki dönemde yüksek düzeyde bir paylaşmayı maddi, ticari ve siyasi konumları açısından zararlı addeden egemenlerin zekatın ölçüsünü kırkta bir gibi kesin bir hükme bağlamış olabilirler. Ya da yoksulluğun yok edildiği bir dönemde belli bir miktar uygulamasına gidilmiş olabilir. Sonradan yoksulluk tekrar baş gösterse de önceden kesin bir kurala bağlanmış uygulamayı sürdürmekte beis (engel, uymazlık) görülmemiş olabilir. Oysa peygamberimizin, hicretin ardından Medine’de, Mekkeli müslümanlarla Medineli müslümanları kardeş/müsahip ilan etmesi de gösteriyor ki, aslında İslam’ın bu konudaki ana tavrı paylaşmaktır. Bu paylaşmanın hedefi yoksulluğu ortadan kaldırmaktır. Kuşkusuz yoksulluğun olmadığı bir ortamda da zekat ibadeti sürecektir. İşte ancak o vakit yani yoksulluğun olmadığı bir ortamda belli bir miktar saptaması söz konusu olabilir. Oysa yoksulluk sürdüğü müddetçe zekat vermek hiçbir sorumluluğu ortadan kaldırmamaktadır. Tekraren söyleyelim ki, zekatın ana hedefi yoksulluğu ortadan kaldırmaktır.
O halde yoksullarınmevcudiyetini sürdürdüğü bir İslam toplumunda tüm vasıllar kolektif bir sorumluluk altındadır. Bizce bu sorumluluğun kaynağı aşırı sermaye birikimi ile yoksulluğa sebebiyet vermektir. Mantıksal bir zorunluluktur ki, yoksulluğun nedeni varsıllıktır. Bu noktada yoksulluğun tanımını yapmak zaruri olmaktadır.
Yoksulluk; yeterli beslenme, insani koşullarda barınma, yeterli düzeyde eğitim alma, yeterli düzeyde kültürel ve sanatsal etkinliğe katılabilme imkanından mahrum olma durumudur. Toplumun tüm bireyleri bu düzeyde bir imkana kavuşmadığı müddetçe zekat ile amaçlanan hedef gerçekleşmemiş demektir.
Zekat konusunda dikkat çekici bir diğer husus da peygamberin vefatının ardından pek çok Arap kabilesinin zekat vermeyi reddederek dinden dönmüş olmalarıdır. Bu durum zekatın devlete verilen bir vergi gibi anlaşıldığını göstermektedir. O dönemde Arap toplumunda devlet kavramının ve kurumunun teşekkülü için yeterli deneyimin yaşanmamış olduğu da dikkate alınarak konuya yaklaşıldığında görülecektir ki, devlet ve din bir bütündür. Devlet, dinsel bir emir olan zekatı yani yoksulluğu giderme projesini uygulayan toplumsal bir örgüttür. Arap kabilelerince devlet, din ve peygamber kavramı somut bir kişilikte algılanmış ve Hz.Muhammed siyasal, dinsel ve nebevi (peygamberlerle ilgili, peygambere ilişkin) bir önder olarak bu somut kişiliğin ta kendisi olmuştur. Bu nedenle onun vefatının ardından zekat konusunda toplumsal bir tereddüt ve yer yer bir reddediş yaşanmıştır.
Zekat İslam dininin ruhudur. Din olarak İslam aynı zamanda yoksulluğu ortadan kaldırma projesinin uygulaması için gerekli olan toplumsal örgütü yani devleti söz konusu proje için bir araç olarak görmektedir. Araç mevcudiyetini borçlu olduğu amacı gerçekleştirebildiği ölçüde meşrudur. Yoksulluğu gidermeyen bir devlet meşruiyetini de yetirecektir.
Bir İslam toplumunda zekat ibadetinin gereğince yapılıp yapılmadığının çok net bir göstergesi vardır. O da yoksulluğun sürüp sürmediğidir. Yoksulluk sürüyorsa o toplumda zekat verilmiyor demektir. Ve o toplumda yoksulluğu yok etme projesinin uygulaması için kullanılması gereken bir örgütsel yapılanmanın yani devletin gayri meşru bir zemine kaydığını anlatmaktadır.
Peygamberin vefatından sonra zekat vermeyi reddeden Arap kabilelerinin tutumu siyasal anlamda yeni otoriteyi kabul etmediklerinin bir göstergesidir. Aslında bu reddediş bir dinden dönme olayından ziyade Ebu Bekir’in ve yandaşlarının yani Ömer, Osman gibi lider kadronun otoritesini reddediştir. Fakat egemenler, bu tavrı dinden dönme olarak nitelendirerek onlarla savaşmayı gerekli görmüşlerdir. Bu konudaki sınavımızın en önemli kanıtlarından biri olarak Ebu Bekir’in tereddüte düşmüş olmasıdır. Ebu Bekir’in; “Laila he illallah” diyen kişilerle savaşmayacağını dile getirmesi üzerine Ömer’in ısrarı ve iknasıyla savaşa karar verdiği bilinmektedir. Demek ki bu insanlar dinden dönmemişler sadece yeni siyasal otoriteyi kabul etmediklerini göstermişlerdir. Bunu da zekat vermeyi reddederek yapmışlardır. O halde demek ki zekat, siyasal bir eylemdir. Bu siyasal eylem sermeyenin ya da mülkiyetin belli ellerde birikmesiyle doğan yoksullaşmayı ortadan kaldırma uğraşıdır. Devlet denilen toplumsal aygıtın temel işlevi de bu uğraşıyı deruhte (üzerine alam, üstlenme) etmektir.
Toplumda yoksulluk devam ettiği halde mallarının kırkta birini kimi yoksullara vererek ibadetlerini yaptıklarını düşünen ve böylece sözde huzura ulaşan kişiler bilmelidir ki, yaşadıkları olay İslam’ın zekat hükmünü anlayamama sonucunu doğuran akıl tutulmasından başka bir şey değildir.
Hz.Muhammed döneminde, İslam’ın zekat emrinin gereğince uygulandığı kuşkusuzdur. Bunun en çarpıcı kanıtı müsahipleşmedir. Alevi inancında bu müsahipleşmeyle oluşan toplumsal sisteme rıza şehri adının verilip idealize edildiğini biliyoruz.
Peygamberin vafatının ardından zekatın dinsel ve toplumsal anlamından hızla uzaklaşıldığı görülmektedir. Özelikle halife Osman döneminde devlete egemen olan kayırmacılık ve bunun sonucu olan yolsuzluklar haksız mülkiyete ve mülkiyetin belli ellerde aşırı birikimine yol açmıştır.
Bu yolsuzluklar sonucudur ki, halife Osman’a karşı şiddetli bir toplumsal muhalefet yükselmişti ve Osman, İslam toplumu ve İslam devletinin ruhunu oluşturan zekat kurumunun anlamının zıddına bir politikayı tercih etmesinin bedelini canıyla ödemiştir. Ardında büyük bir toplumsal taleple halife olan Hz.imam Ali bu yolsuzluk çarkını kırmak için uğraşmış, aşırı yüksekmaaşlar alan memurların maaşlarını düşürmüş, kitlesel mülkiyeti yaygınlaştırmak için çaba sarfetmiştir. Yolsuzluk yapan pek çok memuru görevden almıştır. Çıkarlarının zeddelendiğini düşünen bu çevreler hemen imam Ali karşıtlarının safına geçmişlerdi. Hz.imam Ali kendi döneminde kaynağını zekattan alan toplumsal dayanışmayı tesis etmek ve toplumcu devleti yenidene inşa etmek için uğraşmıştır. Fakat ondan sonra bir daha hiçbir zaman zekatın anlamına uygun yönetsel sistem İslam devletlerine tam manasıyla egemen olamamıştır.
Zekat, İslam’ın dayanışmacı ve toplumcu özelliğin görkemli bir yansımasıdır. Hiç kuşku yok ki İslam, dayanışmacı ve toplumcu bir toplumsal düzen öngörmektedir. İslam’ın bu özelliğini en iyi anlayanlar da bize göre Alevilerdir.
Yönetsel erki (kudret, iktidar) ellerinde tutan güçlere rağmen özellikle Türklerin İslam’a girişiyle birlikte teşekkül eden dergahlar/Alevi ocakları Kur’an’sal bir buyruk olan zekatı yeniden anlamına uygun bir biçimde uygulamaya çalışmışlardır. Alevi ocaklarının bu tutumunda İslam öncesi Türk toplumunun dayanışmacı/toplumcu karakterinden de etkili olduğu kuşkusuzdur. Yeri gelmişken belirtelim ki, İslam öncesi Türk toplumunda ve Türk töresinde Kur’an’ın zekat buyruğuyla örtüşen bir uygulamanın olduğu bilinmektedir.
Türk beylerinin her yıl biriken mallarını bir meydanda halka dağıttıklarını ve böylece mülkiyetin belli ellerde aşırı birikmesiyle oluşabilecek bir yoksullaşmaya engel olduklarını bilmekteyiz. Nitekim Türklerde Toplumsal/kitlesel mülkiyetin egemen olmuştur.
Aleviler, Hz.Muhammed’in gerçek zekat uygulamasını gerekse Musahiplik kurumunu yeniden diriltmeye çalışmışlardır. Bunda da nispeten başarılı olmuşlardır.
Bu başarının kanıtı olmak üzere iki örnek verelim. Birincisi; zekatın özünü oluşturan paylaşma olgusunun Alevilerde ne denli güçlü olduğunu anlatan bir olaydır. Bu hususta ilahiyatçı prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ten bir alıntı yapalım:
Hz.peygamberin övdüğü bu usul, Anadolu’da Alevi lokma usulü adıyla çağlardır uygulanır. Lokma usulünde, açılan meydana herkes imkanları ölçüsünde getirir; fakat orada götüreceği sadece karnını doyuracak kadardır. Gaye, imkanı fazla olanda bir miktarı, hiçbir onur zedelemeye gitmeden yoksula aktarmaktır.” (Kendi Dilinden Hz.Muhammed. s 76)
İkici örneğimiz ise; Alevilerdeki ideal toplumsal düzenin söylenceleşmiş hali olan Rıza Şehri’dir.
Aleviler, toplumsal yardımlaşma ve dayanışma konusunda tüm insanlığa örnek oluşturabilecek düzeyde ileri bir ahlaki özelliğe sahiptirler. Gerek cem evlerine yapılan bağışlar ve dağıtılan lokmalar gerekse musahiplik kurumu dolayısıyla gerçekleştirilen sosyal dayanışma Alevi toplumunda yoksulluğu yok denecek kadar azaltan uygulamalardır. Alevi felsefesinde veya inancında canı cana, malı mala katmak anlayışı vardır. Bu anlayışın bir ürünü olarak karşımıza efsanevi bir amaç, her türlü yoksulluğun ve eşitsizliğin ortadan kalktığı, tüm insanların maddi anlamda bille eşit olduğu “Rıza Şehri” söylencesidir. Rıza Şehri söylencesi, Alevi toplumunun, zenginlik ve yoksulluk gibi ayrımların ortadan kaltığı ideal bir toplum özleminin yansımasıdır. Rıza Şehri bir söylencedir ama Aleviler, bu yolun gereklerine tam olarak uyduklarıda veya uymalarını sağlayacak siyasal ve toplumsal düzen kurulduğunda söylence gerçeğe dönüşecektir. Şimdi bu söylenceyi imam Cafer sadık Buyruğu’ndan aktaralım:
“Bir zamanlar bir sofu dünyayı gezmeye çıktı. Bir gün yolu bir şehre düştü. Bu şehir şimdiye dek gördüğü şehirlere benzemiyordu. Sabah saatinde her kes işine gücüne gidiyor, sesizlik içinde yaşam sürüyordu.şehrin alısılmamış bir düzeni vardı. Sofu, şehrin bu düzenini görünce şaşa kaldı.öyleki birisine yaklaşıp bir şey sormaya cesaret edemedi. Karnı acıkmıştı. Şehri gezince bir fırın gördü.ekmek almak için içeri girdi. Fırıncıya para uzatarak ekmek istedi. Ama fırıncı hayretle paraya baktı; «-bu ne bu? Biz bunu kaldırmak için yıllarca uğraştık, büyük savaşlar verdik. Anlaşılan sen rıza şehrinden değilsin, dünyalı olmalısın» dedi.
Sofu; «-evet bu şehirden değilim» diye karşılık Verdi.
Fırıncı; «-hele belli oluyor. Dur, öyleyse seni görevlilere teslim edeyim. Onlar seninle ilgilenirler. Bizim şehrimizde para pul geçmez» dedi. Fırıncı bu sofuyu görevlilere teslim etti. Görevliler, önce kendi aralarında bu sofuya ne yapacaklarını tartıştılar. Içlerinde biri: «-Meclise götürelim, ulular karar versin» dedi. Öbürleride bu görüşe katıldılar. Bunun üzerine tümü Meclisin yolunu tutular.yol boyu sofu düşünüyordu. Içinden «paranın geçmediği bir şehir. Görevliler, ulular meclisi, şimdi de büyük ne görkemli yerdir, gör ulular meclisi» diye kurdu.
Neyse bir sure yürüdükten sonar divana vardılar. Ama sofu bu kezde şaşa kaldı. Çünkü, divan denenbu meclis hiç de düşündüğü gibi büyük ve göz kamaştırıcı değildi. Düşündüğünün tam karşıtıydı. Bir sessiz köşede küçük bir yapı idi. Yerlere basit kilimler serilmişti. Aksakallı ulular bağdaş kurmuş kentin sorunlarını görüşüyorlardı. Görevliler uluları selamladıktan sonar: «-bu dünyalı şehrimize girmiş. Acıkmış, ekmek almak için bir fırına girmiş. Fırıncıya para vermeye kalkmış. Bunun üzerine fırıncı farkına varıp bize teslim etti. Ne yapalım?» diye sordular. Ulular: «-bunu neden buraya getirdiniz? Törelerimizi biliyorsunuz. O konakta bir odaya yerleştirin, aş evine götürün, gerekeni yapın!» diye buyurdular.
Bunun üzerine görevliler sofu ile birlikte geri döndüler. Önce bir aş evine götürdüler. Karnını doyurdular. Sonra, kentin konukları için yapılmış konağa götürdüler. Bir odaya yerleştirdiler, sofuyu kentte ne yapması, nasıl yaşaması gerektiğinı anlattılar: «-burda para pul geçmez. Burası rıza şehridir. Rızalıkla her istediğini alır, her istediğini yaparsın» dediler, yeter ki rızalık olsun. «bunu unutma» diye uyardılar. Sofu, konağa yerleşti, gezip dolaştı. Rahatı yerindeydi. Istediği yerde yiyip içiyordu. Hiç kimse «ne arıyorsun?» diye sormuyordu. Bir kaç gün sonra eşyalarını topladı. Şehirden ayrılıp yola koyulmak istedi. Ama görvlileri karşısında buldu.
Görevliler: «-gidemezsin!» dediler. «bu şehir rıza şehridir, adı üstünde. Sen buraya rıza ile geldin. Bizde sana yiyecek verdik, yatacak yer sağladık. Bu şehirde kaldığın sürece, bizden razı kaldınmı?» sofu: «-kuşkusuz razı kaldım, sağ olun!» diye karşılık verdi.
Görevliler: «şimdi bizim de senden razı kalmamı gerek. Bu yiyip, içip yattığın günler için çalışmalısın.»
Sofu:«-o ki töreniz böyle çalışayım» diye kabul etti. Görevliler sofuya yapa bileceği bir iş verdiler. Konakladığı odadan alıp, daha büyük bir eve yerleştirdiler. Artık o da Rıza şehrinden bir adam olmuştu. Her sabah işine gidiyor, akşama dek çalışıp evine dönüyordu. Yavaş yavaş dost, arkadaş edinme çabasına girişti. Ama her kiminle konuşmaya başlasa ilk sorulan, «sen dünyalı mısın?» oluyordu. Bu şehrin insanları kavga, çekememezlik, kendini begenmişlik gibi tüm kötülüklerden arınmışlardır. Böylece gün geçti ay geçti. Sofu, şehri iyi den iyi sever oldu. Dünyayı gezme düşüncesinden vazgeçti. Bu şehirde kalmaya karar verdi. Ama hala yanlızdı.
Bir gün yakın bulduğu bir arkadaşına açıldı: «-Sizin bu şehirde nasıl evlenilir, Nasıl yapılır?» diye sordu. Arkadaşı: «-şehrin ortasındaki bahçe var ya, işte orda her Cuma günü tanışmak istiyenler toplanır. Çler gelirler. Her kes orda beğendiği, anlaştığı biri ile evlenme yolunu arar. Orda tanışırlar. Anlaşırlarsa evlenirler» dedi.
Sofu, Cuma günü söylenen bahçeye gitti. Kocaman bahçe tıklım tıklım doluydu. Türlü giysiler içinde genç kızlar, oğlanlar sohbet ediyorlardı. Birbirini beğenip anlaşanlar uzaklaşıyorlardı. Anlaşamıyanlar, ayrılıp başkasına yaklaşıyorlardı. Sofu olan bitenleri bir süre hayranlıkla izledi. Sonra kanının kaynadığı bir kıza yaklaştı.
Ama o bacının ilk sorusu: «-sen dünyalımısın?» oldu.
Sofu, aylardan beri hep bu sözü duymaktan iyiden iyiye bıkmıştı.
«-evet dünyalıyım. Ne olacak?» diye karşılık verdi.
Bacı: «-davranışlarından hemen belli oluyor. Ama alınma, zararı yok. O ki beni kendine eş seçmek istiyorsun, ben de sana yardımcı olurum, davranışlarını düzeltirsin» dedi.
Bacı ve sofu anlaşmaya niyet ettiler. Işten artan boş zamanlarında bulişup konuşuyorlardı. Sofu bir keresinde bacı ile buluşmaya giderken yolun kıyısında giderken kocaman bir nar bahçesi gördü. Bahçenin ne duvarı, ne bekçisi ne de koruyucusu vardı. Sofu hemen bahçeye daldı. Kimse görmeden, bahçeden bir kaç nar kopardı. Yakalanırım korkusu ile aceleci davranıp ağacın bir kaç dalını kırdı. Ama ne kimse geldi, ne de sordu. Sofu narları toplayıp, bacı ile buluşacakları yere gitti. Henüz bacı gelmemişti. Narları bir tabağa koydu. Masanın üstüne yerleştirdi. Bacının gelmesini bekledi. Nitekim bir sure sonar bacı geldi. Ne var ki, narları görmesine karşın hiç ilgilenmedi. Oysa sofu, bacının narları group ilgilenmesini, sevinmesini bekliyordu. Bacı, her zamanki gibi yerine oturdu. O zaman sofu dayanamadı. Bacıya narları gösterdi.
Bacı: «-bunları nerden aldın?» diye sordu. Sofu, narları nerden kopardığını söyledi. Bunun üzerine bacı: «-Beni düşündüğün için» sağ ol. Ama o bahçenin yerini, varlığını bende biliyorum. Canım isteseydi gidip ben de alabilirdim. Şimdi benim canım istemiyor. Bu narlar burda boşuna çürüyecek. Başkaların hakkını boşuna çürütmüş olacağız. Gelirken öğrendim. Narları koparırken bahçeye de bir sürü zarar vermişsin. Oysa daha dikatli davranıp bahçeye zarar vermiye bilirdin. Burda kimse senden birşey kacırmıyor ki… bunca süredir Rıza şehrinde yaşıyorsun. Bu şehirde rızalıkla her şeyin serbest olduğunu bilmeliydin. Şimdi anlıyorum, sen bu şehre ayak uydurmayacaksın.
Bunları söyledikten sonar, bacı sofuyu bırakıp gitti. Görevlilere söylemiş olacak ki, görevliler, sofunun yaptıklarını uludivana bildirdiler. Divan sofunun durumunu tartıştı. Sonun da sofunun Rıza şehrine uymayacağına dair karar verildi. Bunun üzerine görevliler, dünyalı sofuyu şehirden attılar.“
Işte Alevi inancının sunduğu erdem ve yücelik böylesi insancıl, eşitlikçi ve barışçıdır. Bu inancın insanlığı özlem duyduğu barış ve kardeşliği sağlayacak biricik yol olduğu gerçeğini ilan etmekten kıvanç duyarız.
Zekat konusu açısından bakıldığında da görülmektedir ki, Kur’an’ın İslam’ını en iyi anlayan ve uygulamaya çalışan toplum Alevilerdir. Bu nedenle Aleviler, bütün İslam dünyasının yüz akı olarak nitelenmeyi hak eden bir müminler topluluğudur.
Bugün İslam dünyasında mevcut olan gelir dağılımı eşitsizliğinin insanı insanlığından utandıracak derecede uçurum boyutunda olması zekat konusunda yaşanan ve yaşanmakta olan akıl tutulmasının can acıtıcı göstergesidir.
Zekat gibi dinsel bir kuruma rağmen kimi İslam toplumlarının varsıllık bakımından zirvede olması kimilerinin ise yoksulluktan da öte açlık ve sefalet içerisinde bulunması yaşanmakta olan İslam’ın Kur’an’ın ve Hz.Muhammed’in İslam’ı olmadığı gözler önüne sermektedir.
Kitap: Alevi ibadetlerinin islam’daki yeri
Yazar: Mustafa Cemil Kılıç
Dizgi ve Düzenleme: Veysel Çoşkun
Ekleyen: Seyyid Hakkı