13- Türk Aleviliği -9
Türk Aleviliği -9
Arap-Türk Savaşları
Türkler bugün büyük ölçüde Müslümanlığı benimsemiştir. Fakat bu olay öyle kısa bir süreçte olmamış, yüzyılları kapsayan bir zaman dilimi sonucunda ancak gerçekleşmiştir.
Bu durum, Türklerin Islamiyet’e diğer dinlerden daha çok fazla direndiklerini ortaya koymaktadır. Emevi döneminde başlayan Müslümanlaşma; önceleri paralı asker olarak görev yapan Türklerle sınırlıydı. Abbasilerin iş başına gelmesiyle (750), Türklerin önemi ve gücü daha da şidetle hissedildi. Hilafet merkezi hızla Türklerin denetimi altına girdi. Lakin bu süreç çok kanlı çatışmalar sahne oldu.
Arapların Türklerle mücadelesinin kısa bir özeti, bu dini kabul edişin hiç de gönüllülük biçiminde olmadığını göstermektedir.
İslamiyet’in, Arap sömürgeciliğinin bir ideolojisi biçimine dönüştürülerek Türklere dayatılması, karşı koyuşu gündeme getirmiştir.
Araplar, kendi emperyal ideallerinin içine mal, köle, toprak kazanma hırslarını yerleştirmişlerdi. Bu düşüncelerini Arap örfü ve kabilecilik dayanışması ile pekiştirmişlerdi. Onlara göre kendileri asil, diğer milletler Mevali (köle, soysuz) sayılıyordu. Öyle ki, Arap olanın Arap olmayan bir kadınla evlenmesinden doğan çocuk bile ikinci sınıf görülüyordu. Bir Arap kadınının, bir başka millettin bir erkekle evlenmesi ise kesin biçimde yasaklanmıştı. Arap kadını başka milletin erkeğinden üstün sayılıyordu. Bu görüşler, Arapların diğe ülkeleri yağmalamasına bir yasallık için oluşturulmuştu.
Asya’nın bu sömürgeciler tarafından ele geçirilme mücadelesi, bir tür Arap-Türk mücadelesi biçimine dönüşmüştür. Çünkü Arap orduları kısa sürede Iran’ı ezmiş, böylece iki cephede Türklerle karşı karşıya gelmişlerdi. Bunlardan kuzeydeki cepheyi Hazar Türk Devleti oluşturuyordu. Araplar, 640 yılında Ermenistan’a girmişler; burasını, Gürçüstan’ı, Albanya’yı (Bugünkü Azerbeycan) yakıp yıkmışlardı. Buralar 654 yılında Arap egemenliğine alınmıştı. Bundan sonra Arap orduları Hazar Devleti’nin başkenti Belencer üzerine yürümüş ve şiddetli savaşlar başlamıştı. Hazar Türklerinin direnişi sonucunda Arap ordularının önü kesilmişti. Bunun iki büyük sonucu oldu: Birincisi; Arapar Avrupa’ya giremediler. İkincisi ise Islam dini; bölgede Hıristiyanlığın yerine geçemedi. Bugünkü Avrupa’nın kültürel varlığını Hazar Türkleri şekillendirmiştir denilirse, yanlış sayılmaz.
Araplar, doğu çephesinde de Horasan’da Türklerle karşı karşıya gelmişti.
Bu karşılaşma dönemi, Türklerin zayıfladğı tarihlere denk düşüyordu. Çünkü, Batı Göktürk Devleti, Sulu Han’ın iktidarından sonra (638-651) Çinliler tarafından yıkılmıştı. (Prof. Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefküresi Tarihi, s. 193)
Türklerin Araplarla ilk çatışmaları Halife Ömer zamanında işte bu yıkılış sürecinde olmuştur.
Arap kaynaklarına yansıyan ilk çatışmaların kısa bir özeti şöyledir: 642 yılında. Ömer’in emri üzerin, Rabiaoğlu Abdurrahman, Türklerle savaşmak üzere Bab’a yöneldi. Belencer beldelerinin 200 fersah (yaklaşık bin kilometre) içlerine kadar girdi. Türkler Müslümanların ölümsüz olduklarını sanıyorlardı. Fakat ormana saklanıp ok atarak bir müslüman’ı öldürdüler. Bunun üzerine Müslümanlara saldırıp savaşmaya başladılar. Türklerin çok şiddetli ok atmaları yüzünden Arap ordusu geri çekilmek zorunda kaldı (Ibn Kesir, c. 7, s. 204) Osman döneminde de zaman zaman süren Türk-Arap çarpışmasında ganimet peşindeki Arap Müslümanlar Türkleri bastırmaya başlmışlardı.
Türk-Arap savaşı, Mekke’de ortaya çıkan iktidar çatışmaları üzünden biraz hafifledi.
675 yılında Muavie, Horasan valisi olan Ziyadoğlu Ubeydullah’ı görevden aldı; yerina Osmanoğlu Said’i atadı (Ibn Kesir, c. 8, s.138)). Osmanoğlu Said, Horasan’a gidip Türk illerine daldı. Said’in ordusu ile Türkler Semerkand’a bağlı Suhud mevkiinde karşılaştılar. Said onlrı yendi ve pek çoğunu öldürdü.
Said, Halife Osman’ın oğlu idi o, Muaviye’den Horasan valiliğini isteyinc, Muaviye; Ubeydullah’ı görevden almak istemedi. Bunun üzerine Said, Muaviye’ye şunları söyledi: “Vallahi senin asla ulaşamayacağın bir noktaya gelmen içinbabam her türlü iyiliği yaptı ve seni iyi bir mevkiye getirdi. Ancak, sen onun başına gelen musibetten dolayı teessürlerini bildirmedin. Ardından da kimseyi ödüllendirmedin; tutup şu oğlunu öne geçirdin. Ona Müslümanlardan beyat aldın. Oysaki ben şahsen ondan çok daha hayırlı olduğum gibi babam ve annem, onun baba ve annesinden çok daha hayırlıdır.” (Ibn Kesir, s. 138)
Muaviye, Said’e hak verir görünse de, “Senin gibi adamların Şam’da dolaşmalarına pek de razı değilm.” Demişve endisini savaş işleriyle görevlendirip Horasan’a yollamıştı.
Said, Semerkand’a gidince Türklerden Sogd halkı, ona karşı çıktı; fakat yenildiler. Said, onların kentlerini kuşattı. Bunun üzerine Türkler barış istediler ve eşraftan olanların elli oğlu Said’e rehin erildi. Said bu çocukları yanında Medine’ye getirmiştir.
698 yında Ebu Bekre oğlu Ubeydulah, Türklerin büyük hükümdarı Rutbil ile savaştı. Ükümdar Rutbil Müslümanlarla bazen iyi geçiniyor bazen de onlara başkaldırıyordu. Bunun üzerine Haccac, Ubeydullah’a mektup yazarak; Rutbil’in ülkesine hücum etmesini, kalelerini yıkmasını, savaşçılarını öldürmesini emretti. O, da mektubu alınca askerleriyle harekete geçti ve Rutbil’i yendi, bir çok yeri istila etti. Rutbil’in başkentine yaklaşınca meydana gelen çaımalarda ise Müslümanlar yenildiler ve çekilmek zorunda kaldılar. Türkler bu büyük savaşta Müslümanlardan otuz bin savaşçı öldürmüştü. (Ibn Kesir, c. 9, s. 52-53)
Haberi alan Haccac, Halife Abdülmalik’e baş vurup intikam almak üzere ondan izin istedi. Abdülmelik izin verince Haccac 699 yılında 4o bin kişilik büyük bir ordu topladı. (Ibn Kesir, s. 56) Başına da Esaşoğlu Muhammedoğlu Abdurahman’ı getirdi. Türk illerine giren Abdurrahman, Rutbil’in barış önerisini kabul etmedi. Birçok yeri ele geçirdi, çok bol genimet elde etti ve çok sayıda insan esir aldı.türk illerinin içerlerine doğru saldırıya geçtiler. Rutbil’in başkentini alan Araplar çok insan öldürüp hazineleri ve zurriyetleri ganimet olarak ele geçirdiler. (s. 57).
Haccac, Abdurrahman’dan saldırıyı sürdürmesini istedi. Kış geldiğinde bu zordu. Zaten Haccac’ın kendisini öldüreceğinden korkan Abdurrahman, onun emrine karşı geldi. Abdurrahman, 700 yılında Türk hakanı Rutbil’e haber salıp, “Haccac’ı yenersem sizden haraç almayacağım.” Diye onunla anlaştı.
Topladığı ordu ile Horasan’dan Suriye’ye yürüyen Abdurrahman uzun mücadelseinden sonra 702 yılında Haccac’a mağlup oldu ve kaçıp türk illerine giti, Rutbil’e sığındı. Rutbil ona eman verdi, saygı gösterdi (Age, s. 83).
Haccac, daha sonra Rutbile’e mektup yazdı, “Abdurrahman’ın ya başını ya kendisini bana göndermezsen bir milyonluk kişilik bir ordu ile ülkene girip her yeri mahvedeceğim.” Diye onu tehdit etti. Rutbil de bu tehdit karşısında Abdurrahman’ı Hacccac’a vermek zorunda kaldı. 702 yılında Abdurrahman’ın başı kesildi ve şehirlerde teşhir edildi.
Kuteybe Belası
Müslimoğlu Kuteybe, Türk illerinin ele geçirilmesi, yağmalanması konusunda en büyük hamleleri yapmış kişidir. O, 703 yılında Halife Abdülmelik’in başbakanı konumundaki Zalim Haccac tarafından Horasan ve Merv Valisi olarak atanmıştı.
Onun görevi, Türk illerini esir etmek, bu ülkeleri haraca bağlamak idi.O da bu işi yönetimin istediği gibi yaptı. 705 yılında Türklerin ve diğer kafirlerin birçok beldelerine gaza yaparak çok sayıda esir, mal, kale ve araziyi ganimet olarak ele geçirdi ( Ibn Kesir, c. 9, s.104)
Kuteybe Türk hükümtarı Neyzek üzerine de yürüdü. Neyzek, bol miktarda mal vererek barış yaptı ve ülkesindeki Müslüman esirleri bıraktı.
Kuteybe bu sene Buhara’nin ilçesi olan Beykent üzerine de yürüdü ve burayı ele geçirdi. Ele geçirilen hazine o kadar kıymetliydi ki sadece bir döküm heykelin içinden 150 bin dinar altın çıkmışte. Mülümanlar para, mal, esir ganimetleri ile çok zenginleşmişlerdi.
Kuteybe, 706 yılında Türk Hükümdarı Körboğa’nin ülkesine saldırdı. Yanında esir Türk hükümdarı Neyzek de bulunan Kuteybe, Körbğa’yı da yendi (Age, s.127), esirler, ganimetler aldı.
Kuteybe 707 yılında Sugd, Nesef, Keş illerine saldırdı ve burada Türklerle savaştı, oraları da ele geçirip yağmaladı. Bundan sonra Arap ordusu Buhara üzerine yürüdü. Buhara Meliki Verdan Huzahi, Kuteybe ile çok şiddetli savaştı ve orayı alamayacağını anlayan Kuteybe Merv’e geri döndü. Haccac, bu çekiliş yüzünden Kuteybe’ye kızdı. Kuteybe Türk illerine saldırılarını sürdürdü ve Azerbaycan yakınlarındaki Babül Ebvab’a kadar ilerledi (Age, s.130).
708 yılında Türk illerindeki melikler Neyzek’in önderliğinde birleşerek Kuteybe’yle savaştılar ama mağlup oldular. Kuteybe dört fersah (ortalama 20 kilometre) uzunluğundaki yol boyuna darağaçları kurdurmuş Türk askerlerini asarak gözdağı vermişti.
Araplar, 709 yılında, Kuteybe’den başka Abdülmelikoğlu Mesleme’yi de başka bir ordu ile Türk illerininin fethine gönderdiler. Mesleme de Azerbaycan taraflarında çok sayıda şehri ele geçirdi (Age, s. 137).
Bu sene Kuteybe saldırılaını şiddetlendirereksürdürdü. Çok miktarda mal, kadın, altın, gümüş kaplar elde etti. Zengin Talikan ilini ve peşinde de Faryap ilini ele geçirdi. Peşinden saldırılarını sürdürüp Cürcan bölgesini ve Belh’i ele geçirip yağmaladı. Sonra Neyzek Han’ın üzerine yürüyüp Bağlan’da onu kuşattı. Şehri ele geçirmeyeceğini anlayınca ona aman verdi ve yanına çağırdı. Kuteybe’ye güvenen Neyzek han, 700 adamıyla onun yanına geldi ama Kuteybe bir sabah bunların tümünü öldürttü ve böylece başsız bıraktığı Türk kentlerine hakim oldu (Age, s. 139).
710 yılında saldırılarını sürdüren Kuteybe, Şoman, Keş ve Nesef bölgelerini ele geçirdi. Sonra Sicistan üzerine yürüyüp Türk Hükümdarı Rutbil’i yakalamak istedi. Rutbil ona mal, köle ve kadın göndererek barış yaptı.
Kuteybe 711 yılında Harezm bölgesini ele geçirdi. Burada Türkleri korkutmak için önünde arkasında, sağında solunda biner esiri öldürttü.
Bu zaim komutan daha sonra Türklerin en zengin kenti Semerkand’ı da ele geçirdi. Buradan çok büyük ölçüde mücevher, altın, gümüş elde etti. Sonra 100 bin erkek kadın köleler aldı. (Age, s. 143 vd.)
711 yılında, yüzbinlerce saşçıdan oluşan Arap ordularına karşı Kök Türk Devletin’nin ikinci döneminin komutanı Kül Tigin, Küçük bir ordu ile karşı durmaya çalışmiş ama oda savaşa savaşa geri çekilmiştir.
Arapların gaza adı altında yaptıkları bu talan, vurgun, sömürü seferleri Arabistan’daki ve Suriye’deki Arap yöneticilerini çok mutlu ediyordu. Bu sömürgeleştirme eylemlerini dönemin Arap ozanlarından Kab el Eşari şöyle bir şiirle söylemişti:
“Kuteybe her gün bir talan yapıyor
Servetlere yeni servetler katıyor
Bahili olup başına tac geçirildi
Siyah saçları ağardı sonunda onunla
Sogdluların başını döndürdü askerleriyle
Sonunda Sogdlular çölde ve açıkta kaldılar
Çocuklar babalarını kaybettikleri için ağlarlar
Muzdarip babalar da çocukları için ağlarlar
O her bir beldeye konduğunda veya o beldeye geldiğinde
Atlıları şehirde yarıklar ve hendekler meydana getirip giderler”
Bu şiir, o günlerde bile Arapların Islam adına yaptıkları savaşların, “servetlere servet katmak” için olduğunu göstermeye yetiyor.
Kuteybe bu sömürgeleştirme savaşlarını 712 yılında da devam ettirdi ve Şaş ile Fergana bölgelerine saldırdı ve Kabil’e kadar olan yerleri ele geçirdi. Buralarda ve Hocend’de Türklere savaştı ve kimilerine öldüdrüp kimilerine esir aldı; çok miktarda ganimet elde etti.
713 yılında Kuteybe Şaş illerine saldırdı ve birçok kaleyi ele geçirdi. Bu sırada Haccac’in öldüğü haberi geldi. Kuteybe bunun üzerine saldırıları bıraktı ve Merv’e döndü.
Kuteybe 714 yılında Çin diyarındaki Kaşgar’ı da ele geçirdi ve Çin’i tehdit etti. Oradan da çok miktarda mal, para, esir alarak döndü.
Bu sırada Halife Velid öldü ve Abdülmelik oğlu Süleyman başa geçti. Kuteybe, Süleyman’ın halifeliğine karşı ayaklandı. Bunun üzerine askerler onu öldürdüler.
Kuteybe’ningörevini artık Mühelleboğlu Yezid üstlenmişti. O da tıpkı Kuteybe gibi Türk illerini yağmalamak, sömürmek görevini birinci iş sayıyordu. Kuhistan’ı ele geçirince 4 bin eli kolu bağlı Türk’ü öldürmüştü. Buradan sayılamayacak, niteliği anlatılamayacak derecede kıymetli ve güzel mal ile eşyayı ganimet almıştı (Age, s. 284). Sonra 120 bin askerle Cürcan’a saldıran Yezid, buradan muazzam miktarda mal, altın, esir alarak anlaşma yapmıştı. Denildiğine göre Türk illerindeki mal ve eşya yağmasında Yezid herkesi geçmişti.
717 yılında Halife Süleyman ölünce yerine Abdülazizoğlu Ömer geçti. Bu sene Türkler Azerbaycan’a saldırıp oradaki Müslümanları öldürdüler. Bunların üzerine giden Ömer Hatem, Türkleri yendi ve çoğunu öldürdü, kalanları esir alıp Şam’a getirdi.
Müslümanlık Değil Para Önemli
Halife Abdülazizoğlu Ömer, adaletli bir yönetici idi. Mühelleboğlu Yezid’i, “Ailesi zorba, kendisi de Müslümanların mallarını gaspetti” diyerek görevden alıp hapse attırdı. Aynı biçimde Horasan valisi Abdullahoğlu Cerrah’ı da kovdu.
Horasan Valisi Cerrah’ın kovulma nedeni çok ilginçtir. Bu vali, kafir iken Islam’a giren kişilerden cizye vergisini almaya devam etmişti. Onlar, “Müslüman olduk, cizye almayın” diye itiraz etmişler ama Cerrah, “Siz para vermemek için Islam’a giriyorsunuz” diye bu din vergisini almaya devam etmişti. Bunun üzerine bölgedekiler, eski dinlerine dönmüşler ve cizye ödemeye devam etmişlerdi.
Halife Ömer bunu öğrenince Cerrah’a, “Cenab-ı Allah, Muhammed’i vergi ve cizye toplayan biri olarak değil, aksine davetçi olarak göndermişti” diyen bir mektup yollamış ve onu görevden almıştı.
Adil Halife Ömer zehirlenerek öldürülünce yerine Abdülmelikoğlu Yezid geçti. Bu halife, Horasan bölgesine Mesleme’yi vali atadı. Bu sırada Türk kağanı Körsal komutasındaki bir askeri birliği Sogd’a gönderip Arapların bulunduğu Bahili Kasrı’nı kuşattırdı (720). Bunların yardımına gelenler yapılan savaşta Türkler yenildiler.
Türk-Arap savaşı Arapların Hocent’i kuşatmasıyla 722’de de sürdü. Amroğlu Said, çok sayıda mal ve esir alıp Şam’a göderdi. 723 yılında Cerrah, Lan bölgesine saldırdı ve Belencer’in gerisindeki birçok kaleyi ve şehri ele geçirdi, bol ganimet ve Türk çocuklarını esir aldı (Age, s. 376).
724 yılında Saidoğlu Müslm, Fergana ile buraya bağlı ilçelere saldırdı. Buralarda Türklerle savaştı. İki kesim arasında büyük savaşlar oldu. Bu savaşlarda Türklerin hakanı ve birçok adamı öldürüldü.
Cerrah ise bir başka orduyla Hazar diyarının derinliklerine doğru gitti. Hazarlılar ona cizye ve haraç ödediler.
Abdülmelikoğlu Haccac ise Lan şehrine saldırdı ve bölgeyi yağmaladı.
726’da Horasan Valisi Abdullahoğlu Üseyd, Türk illerine saldırdı ve onları bozguna uğrattı. Aynı yıl Türk hakanı, Azerbaycan’daki Araplara saldırdı ise de mağlup oldu.
728 yılında Abdülmelikoğlu Mesleme ile Türk hakanı uzun süre savaştılar ama kış gelince Türkler yenildiler.
Bu sırada Horasan’a vali olan Abdullahoğlu Eşres, Zimmiler Islam’a girmeye çağırdı ve onlardan cizye vergisi almayacağını söyledi. Zimmiler Islam’a girince Eşres yine cizye almaya devam etti. Bunun üzerine zimmiler onlarla savaştılar. Böylece Eşres ile Türkler arasında çok savaşlar oldu (Age, s.425).
729’da Eşres’in yerine Horasan valiliğine atanan Abdurrahmanoğlu Cüneyd Türk süvarileriyle savaştı ve zor da olsa onları yendi.
730 yılında Lan dolaylarındaki Türkler Araplara karşı saldırıya geçtiler ve Cerrah ve adamlarını Mercierdebil’de öldürdüler ve Erdebil’i ele geçirdiler (Age, s. 496). Halife Hişam bunu öğrenince, birisi kardeşi Mesleme’nin komutasında olmak üzere Türklerin üzerine iki ordu gönderdi. Bunlar, Türkleri yendiler ve katliam yaptılar.
Arap saldırısı karşısında Türkler yeniden ordu topladılar ve Semerkand üzerine yürüdüler. Horasan valisi Cüneyd büyük bir ordu ile Türklerin üzerine yürüdüler. Yapılan büyük swavaşta Türkler, Arapları yendiler. Araplardan geriye 2000 kişi kalmıştı. Türkler, esir aldıkları Arapları Hakan’a götürdüler (Age, s. 497). O da esirlerin öldürülmesini emretti. Bu savaşa Geçit (Akaba) savaşı denir.
731’de Abdülmelikoğlu Mesleme Türk illerinin iç taraflarına doğru ilerledi. Türklerden çok sayıda adam öldürüldü.
Abbasi Propagandası
Horasan bölgesi, Emevi yönetimi aleyhine Arap devleti içinden başlatılan muhalefetin üssü durumundaydı. Burada, Pergamber’in amcası Abbas soyundan gelenlerin halife olmaları gerektiği yönünden propaganda yapılıyordu. bu gizli propaganda sonucunda Abbasoğlu Abdullahoğlu Alioğlu Muhammed adına hilafet çağrısı başlamıştı.
Bölgede daha önce de Abbasi propagandacıları ortaya çıkmış, bunlar yakalanarak öldürülmüşlerdi.
Gel gör ki Arap sömürgeleştirme politikası bölgedeki Türk ve Iranlı kavimler üzerinde çok derin ve olumsuz etkiler bırakmıştı. Bu milletler, Emevi belasının bitirilmesigerektiğini düşünüyorlardı.
Emevi yönetimine isyan edenlerden birisi de Hz.Imam Ali’nin torunu Ali’nin (Zeynelabbidin) oğlu Zeyd idi. Zeyd 738 yılında isyan etti. Kufe halkına güvenen Zeyd yine ihanete uğradı 739’da yakalanıp idam edildi.
Zeyd’in oğlu Yahya Horasan’da gizleniyordu, 743 yılında 70 kişilik bir grupla Emevilere karşı ayaklandı. Üzerine gönderilen 10 bin kişilik orduyu önce bozdu, hatta komutanını da öldürdü ama sonunda yakalandı ve başı kesildi.
744 yılında Hz.Imam Ali’nin kardeşi Cafer’in torunu Muaviye Kufe’de halkı kendisine biat etmeye çağırarak ayaklandı. Onun adamları ile Irak Valisi Abdullah’ın ordusu arasında yapılan savaşta Muaviye yenildi ve dağlara kaçtı.
Bu isyancılar, hilafetin Ehl-i Beyt’e ait olduğunu ileri sürüyorlar, bu iddia üzerine asker topluyorlardı.
İşte bu şartlar içinde Horasanlı Ebu Müslim ortaya çıktı. Onun 741 yılında Abbasi propagandacıların çağrısı ile muhalefet hareketine katıldığı anlaşılıyor (Age, s. 557). O, hilafetin Ehl-i Beyt’e ait olduğunu söylüyordu ama Ehl-i Beyt’e Peygamber’in amcası Abbas’ın ailesi de katıyor ve çağrıyı onlar adına yapıyordu. 745 yılında Abbasilerden Ibrahim, Ebu Müslim’i Horasan’a göndermiş, eline verdiği mektuba da, “ona itaat edin. Kendisini, ele geçireceği yerlere vali olarak atadım.” diye yazmıştı.
Ortam bu iken Türklerle Arapların mücadelesi bütün şiddetiyle sürüyordu. 737 yılında Horasan Valisi Abdullahoğlu Esed, Türk illerini yağmalamaya devam edince Türk hakanı ordu toplayıp bunlara saldırdı. 4000 kişilik Türk ordusu ile Arapların savaşında Türkler yenildiler. Türk hakanı da ihanet eden komutanlardan birisi tarafından öldürüldü.
738 yılında Horasan Valisi Seyyaroğlu Nasr, Türkler üzerine yağma savaşlarını sürdürdü. Bu savaşlardan birinde Türk hükümdarı Körsol’u esir aldı ve başını kestikten sonra yaktı (Age, s. 535).
Semerkand’ın Araplar tarafından alınması üzerine buranın hükümdarı, eski düşmanı Çin imparatoruna mektup yazarak, “35 yıldan faladır Arap eşkiyası ile savaşıyoruz.” Demişti. (Osman Turan, age, s. 218)
Türklerin bu yenilgileri zamanla onların kendi içlerinde birbirlerine düşmesine de yol açmıştı. Bu da sömürgeci Arapların işine geliyordu.
Fakat, Ebu Müslim isyanının patlaması ile Türklerin mücadele ettiği Emebi yönetimi sarsılmaya başlamıştı. Türk beylerinin bu isyanı desteklenmesinden daha kaçınılmaz bir şey olamazdı.
Bu mücadeleler sonucunda Abbasilerde Abdullah es Seffah 749 yılında hilafet makamına oturdu.
Çinliler Taşkent Beyi Bağatır Tudun’u hile ile ele geçirip hapsedince Türkler Abbasilere işbirliğine gittiler. Arap-Türk ordusu Talas’ta Çinlileri bozguna uğrattı (751).
Bu işbirliğine karşın, Abbasiler de yönetimi ele geçirdikten sonra Türk illerindeki yağma seferlerini sürdürdüler. Halife Mansur, oğlu Mehdi’yi Horasan valisi yaptı. Ona yardımcı olması için ayrı bir orduda gönderdi ve Teberistan’a saldır, ele geçir” emrini verdi. Türk hakanı istihbaz’la savaşan Mehdi, onu haraca bağladı. Sonra Masmağan adlı Türk hükümdarına saldırıp onun da çoluk çocuğunu esir aldı ve Taberistan Arapların eline geçmiş oldu (Ibn Kesir, C. 10, s. 134)
761 ve 762 yıllarında Mansur, Deylem üzerine ordular gönderip onları yağmalattı, insanlarını öldürttü.
764 yılında Horasan’da Üstad Sis adlı bir başka kafir (Müslüman olmayan Türk) isyan etti ve bu isyan çok zor bastırıldı.
768 yılında Abbasilerin bir başka Türk hükümdarına saldırıp onu esir ettiği de anlaşılıyor (Age, s. 183). Çatışmalar uzayıp gidiyor.
Yönetim Merkezinde Türkler
Arapların Iran’ı ele geçirmeleriyle birlikte Türklerle ilişkiye geçmeleri kaçınılmazdı. Buna bağlı olarak bazı Türk boyları, Arapların yanında görev yapmaya başlamışlardı. Bunlar paralı askerler durumundaydılar. Daha Emevilerin ilk dönemlerinde bu ilişkiler başlamış olmalıdır.
Örneğin, Emevi halifesi Mervanoğlu Abdülmelik’in yanındabüyük bir Türk savaşçı kitlesinin varlığı da anlaşılıyor. 698 yılında öldürülen Yalancı Peygamber Haris olayı bunu gösteriyor. Abdülmelik bu yalancı Peygamberi yakalamak için Nasıriye’ye gidiyor. Haris’in yanına gidip gelen Nasıriyeli bir adam kendisine baş vurup Haris’i yakalayacağını ama kendisine Türk askerlerinden bir grup verilmesini ister. Halife Abdulmelik adamın yanına Ferganalı Türklerden bir grup asker verir ve o da Haris’i yakalar, Türklere teslim eder; Haris böylece yakalanıp asılır. (Ibn Kesir, c. 9, s. 50)
Arap yönetiminin emrine giren bu Türkler, Müslümanlığı benimsemiş Türklerdir. Bunlar, mezhep olarak yönetim merkezinin mezhebinden, yani Sünni idiler. Bu yüzden, Emevi ve Abbasi yönetim komutasındaki Türkler Sünnileşirken, bu güçlerin çatıştığı Türkler ya eski dinlerinde kaldılar ya da karşı duruşlarını kamufle edecek muhalif bir mezhebi, yani Aleviliği seçtiler.
Abbasiler döneminde Arapların Türklerle ilişkileri hızla düzeldi. Bunların yanında önemli miktarda Türk askerinin bulunduğunu kaynaklar gösteriyor. Türkler sarayda önemli görevlerde bulunuyorlardı. Örneğin, Harun Resit zamanında, 786 yılında Tarsus şehri, Türk hadim Ferec tarafından kurulmuştu (Ibn Kesir, c. 10, s. 271).
Abbasiler, Emeviler Acem-Türk-Arap güçleri ile yenmişlerdi. Türk askeri liderleri zamanla Abbasilerin en önemli adamları haline geldiler.
816 yılında Azerbaycan dolaylarında ayaklanan Babek (adındaki- bek hecesi, onun Türk beyi olduğunu gösteriyor), yanına iki Türk tarkanı komutan olarak almıştı. Gittikçe yayılan bu ayaklanmayı bastırma işini halife Mutasım, 835 yılında Afşin Bey’e vermişti. Afşin Bey, Babek’i bozguna uğrattı ve adamlarını öldürdü ama Babek kaçtı.
Ertesi sene Babek, Türk komutan Büyük Boğa ile savaştı ve onu yendi. Bunun üzerine komutan Afşin, Babek üzerine gitti ve büyük savaşlardan sonra Babek’in merkezi Bezz’i ele geçirdi ve Babek’i de yakaladı.Abbasiler tarafından Horasan Şeytanı adı verilerek kötülenen Babek 837 yılında Bağdat’ta parçalanarak öldürüldü. Batıda Arap yayılmacılığına direnen Babek’i hile ile yok eden bir diğer Türk Afşin’i şairler göklere çıkıyordu. Onun oğlu Hasan, halifenin sarayında evlediriliyordu.
839 yılında isyan eden Maziyar yakalanarak Afşin ile mektuplaştığı iddia ediliyordu. Afşin halifeye kafa tutacak hale gelmişti. Ayrıca Afşin’in bir puthaneyi yıkıp mescid yapan imam ile müezzine biner kırbaç vurduğu, yanında , küfrü temsil eden altın ve mücevherlerle süslenmiş “Keliler ve Dimne” kitabı bulunduğu iddia edild. O da bu kitabın atalarından miras kaldığını söyleyerek kendini savundu (Age, s. 492)
Afşin’in Mecusiliği desteklediği, boğulmuş hayvanı, kesilmiş hayvana tercih ettiği, her çarşamba siyah bir koyun getirtip kılıçla ikiye yararak bu iki parça arasında yürüdükten sonra etini yediği ileri sürüldü. Bunun üzerine Halife Mutasım, Büyük Boğa’ya emir vererek Afşini horlanmış bir halde zindana atmasını istedi. Halife, bir başka Türk komutanına ele geçirttiği Afşin’i 840 yılında astırdı.
Halife Mutasım, Türklerden çok sayıda kimseyi hizmetinde çalıştırıyordu. 20 bin kadar Türk kölesi vardı (Age, s. 498).
Abbasi sarayında Türk egemenliği son derece artmıştı. Halife Vasık ölünce, kimin başa geçmesi kosunda kararı Türk gücü verdi. Türkler önce Vasık’oğlunu halife yapmak istediler ama onun küçük olması yüzünden Mutasım’ın oğlu Mütevekkil Alallah Cafer’i halife seçtirdiler (Age, s. 520-521).
837 yılında Ermeniler ayaklanıp Müslümanları öldürdüler. Bunların üzerine Türk komutan Büyük Boğa gönderildi. O da isyanı bastırıp 30 bin yerli ahaliyi öldürdü (Age, s. 528).
852 yılında Büyük Boğa Tiflis’i ele geçirdi ve burada çıkan savaşlarda 50 bin insan ateşte yanarak can verdi.
861’de öldürülen Halife Mütevekkil’in suikastçilerinden birisi de ordu komutanlarından Türk Bağır el-Türk idi. (Ibn Kesir, c. 11, s. 33)
Bağdat’taki Türk komutanlar halifeyi yönlendirdikleri gibi genel siyaseti de b elirleyecek konuma yükselmişlerdi.865 yılında Abbasi devleti halife Müstain’in yönetiminde idi ama onun oğulları Mutez ile Müeyyed arasında, iki başlı hale gelmişti. Bu mücadelelerde dengeleri sağlayanlar da Büyük Boğa’nın oğlu ile küçük Boğa idiler.
864 yılında Ehl-i Beyt soyundan gelenler (Talibler: Hz.Ali’nin Babası Ebu Talib’le ilişkilendirilerek) isyan ettiler. Kufe’de Ebül Hüseyin Yahya, yoksulluktan başkaldırmıştı.
Yine bu yıl Talibi (Alevi) Hasan bin Zeyd Taberistan dolaylarında ayaklandı. Rey şehri dolaylarındabda Ehl-i Beyt’en Ahmet bin Isa ayaklandı. 865 yılında Kazvin ve Zencan’da Hüseyin bin Ahmed (Kevkebi) ile Kufe’de Hüseyin bin Muhammed ayaklanması, Ehl-i Beyt isyanları idi. Bu ayaklanmaları bastıran temel güç genelde Abbasilerin emrindeki Türk kuvvetleri oldular. Örneğin, Kevkebi’yi 865 yılında bozguna uğratan Büyük Boğa’nın oğlu Musa olmuştu (Age, c. 11, s. 42).
Mutez hilafete geçince, Müstain’in öldürülmesini istemiş bu iş de Türk beylerinden Tolonoğlu Ahmet’e verilmişti. Ahmet 866 yılında yanındaki Türk askeri gücüyle bu işi yapmıştı.
Türkler yönetimdeki gücünü şu örnekte gösteriyor: 869’da halife Mütedi, Samarra’da yanında bulunan Türk görevli ve askerlere karşı güç kazanmak amacıyla Büyük Boğa’nın oğlu Musa’yı yanına çağırdı. Ancak Musa, bulunduğu yerde cihadla uğraştığını söyleyip özür bildirdi (c.11, s. 51).
Musa daha sonra ordusu ile Samarra’ya geldi ve hücum ederek şehre girdi. Türkçe emirler veren ordu komutanları halife Mühtedi’yi ele geçirdiler, onu horladılar, başka bir saraya gönderdiler, mallarını yağmaladılar. Mühtedi, onlara “Ben sizi, sizinle güçlenmek için çağırmıştım” dedi ve Musa da kendilerine kötülük yapılmayacağı sözünü alınca halifeyi serbest bırakıp emrine girdiler (Age, s. 55).
Halife, Türkleri birbirine düşürmek için Musa’nin komutanlarından Türk Bayık Bey’e mektup yazıp onu başkomutanlığa atadığını bildirdi. Bu haber öğrenilince Musa ile Bayık Bey ayrıldılar. Samarra’ya giden Bayık Bey’i Mühtedi öldürttü. Bunun üzerine kardeşi Togotyan, Türk askerleri ile halife ordusunu yendi ve onu öldürdü (Age, s. 58).
Muhtedi, halifeleri tahkir edip zelil kılan (alçaltan) Türkleri yok etmek niyeti taşıyordu. Çünkü Türkler hilafet makamının saygınlığını yok etmişlerdi (Age, s. 59).
Türklerin, hilafet merkezine egemen oluşları yüzünden, Asya içlerinde Araplara ve Islam’a karşı bir yumuşama başlamıştı. Bu yüden Islam dinine geçenlerin sayıları artıyordu. 960 yılında 200 bin kadar Türk, Müslümanlığı kabul etti, bunlara Türkiman (Türk-iman) denildi. Sonra bu bileşik kelime hafifletilerek Türkman şeklinde teleffuz edildi (c. 11, s. 404).
Türklerin egemenliğini zayıflatmak için Abbasi yönetimi diğer miletleri devreye sokarak onları birbirleriyle mücedele ettiriyordu. Örneğin Basra’da Deylemliler, Türkleri yenmişler, kovmuşlardı. Bunun üzerine Sebüktekin harekete geçmiş, Bağdat’ı ele geçirmiş, halifeyi bile sürgüne göndermeye karar vermişti. Bu mücadelede, Türk Sebüktekin’in egemen oluşu ile Şii Kerh Mahallesi Sünnilerin saldırısına uğramış, ikici kez yıkılmıştı. (c. 11, s. 468)
Müslüman olmayan Türklerle Müslüman Türkler arasında savaşların yaşandığı da gözleniyor. Örneğin 1017 yılında doğudaki Abbasilere bağlı illere saldıran Türkler, Islam’a girmemiş boylardan oluşuyordu. Bunlar Selçuklu devletini kuracak olan kesimler olmalıydılar.
Öbür yandan Islam’a giren Türk egemen kesimi, halifenin emrinde olduğu için Sünniliği benimsiyorlardı. Bu yüzden Gazneli Mahmut, halifenin emri ile bölgesindeki Mutezili, Rafızi (Alevi), Karmati, Cehmi, Müşebbihi mezhebinden olanları idam ettirmişti (Ibn Kesir, c. 12, s. 73).
1030’da Bağdat’a Türklerle Haşimiler savaşmış, ellerinde Kur’an’ı kaldıran Haşimileri Türkler ok yağmuruna tutarak perişan etmişlerdi.
Türk Gücü
Türk paralı askerleri Abbasi yönetimince boşuna tercih edilmiyordu. Türklerin sadakati, yiğitliği Arap yönetimini çok etkilemişti. Gerçi Araplar Türkleri mağlup etmişlerdi ama bu işi örgütlü olmaları sayesinde becermişlerdi. Bir de Türklerin birçok devlete ayrılmış olmaları Arap istilasını kolaylaştırmış gözüküyor. Bu ortam da Araplar, Türkleri kendilerinden üstün görmeye başlamışlardı. Bunun en açık kanıtını 869 yılında ölen el-Cahiz’in yazdığı “Türklerin Faziletleri” adlı kitapta görmekteyiz. El-Cahiz, Türklerin bazı hususlarda Araplardan üstün olduğunu belirttikten sonra (s.44), “Dünyanın bütün süvarileri bir araya gelseler Türkler onların tümünden daha korkunç görünür.” diyor (Age, s.48).
El-Cahiz, Türklerin ağzından diyor ki: “Bütün Bağdat bizimdir. Biz durduk mu o durur, biz hareket ettik mi o hareket eder. Bütün dünya ise ona bağlı, onun kaderine tabidir. (Age, s. 55).”
Bu saptama, Türklerin Arap saltanatını yönlendiren asıl güç olduğunu da açıkça Arap aydının ağzından ortaya koyuyor.
1129’da ölen şair Yahyaoğlu Ibrahim, Türkleri ve oluşan Türk imajını bir şiirinde şöyle anlatır:
“Türk bahadırlarının hamleleri
Yıldırım gibi ışık ve ses verir
Onlar öyle bir millettirler ki
Kendilerine güzel yüzle mukabelede bulunursan
Melek gibi olurlar.
Kendileriyle savaşılınca da ifrit kesilirler” Ibn Kesir, c. 12, s. 374
Bu süreçte Asya’da büyük Türk devletleri kurulmuştur. Önce Karahanlılar, sonra Gazneliler ve peşinde de Selçuklular.
Bu devletlerin merkezi yönetimi Sünni karekterlidir ama Türk özelliği bu karekterin klasik dokusunu değiştirip onu yumuşatmaktadır.
Haçlı saldırıları başlayınca, bunlara karşı mücadeleyi de Türk beyleri üstlendiler. Örneğin Eyyuboğlu Selahaddin Yusuf bu Türk beylerinden birisi idi. Şair Hasan, o dönemde yazdığı şiirinde bu gerçeği dile getirir.
Selahaddin, Mısır’daki Arap yönetiminin üzerine yürüyünce ozan Hasan şöyle yazmıştı:
“Türk sahipleri,
Arabilerle savaşmak için Mısır’a yöneldiler.
Ey Rabbim! Nasıl ki önceleri bu yerleri Yakub Oğlu Yusuf’a verdinse
Şimdi de Eyuboğlu Yusuf’a ver.” (c. 12, s. 456).
Haçlıları yenen Nurettin Mahmut Zengi’nin soy kütüğü de onun Selçuklu Türk olduğunu gösteriyor (Ibn Kesir, c. 12, s. 493).
Türk merkezi yönetiminin Sünni karekterine karşın Asya’daki kırsal alanların Aleviliği benimsediğini bir gerçektir. Göçebe yaşam tarzını pek uymayan Sünni ibadet biçimi yüzünden Türk milletinin köylü ve göçebe kesimi Aleviliği değişik biçimlerde kabul etmişti. Türkistan adlı çalışmasında Barthold da bu durumu saptamıştır.
Anadolu Kapısı
Selçuklular, Asya’da büyük bir devlet kurduktan sonra Anadolu da dahil Mısır’a kadar olan bölgeleri ynetimlerine aldılar. Bu arada onlara bağlı göçebeler büyük kitleler halinde Anadolu’ya girmişlerdi. Bunlar, Islam’a hizmet altında Batı’daki Hıristiyan ülkelerin topraklarını ele geçiriyorlardı. Saptandığına göre Anadolu’da Bacıyan’ı Rum adı altında Türk kadınları bile mücadelenin içinde yer alıyorlardı. Gaziyan-ı Rum kesimi ise silahlı ordu grubunu oluşturuyordu. Abdalan-ı Rum denilen kesim ise ele geçirilen bölgelere giden göçebe dervişleri anlatıyor. Bunlar Islamlaştırma-Türkleştirme öğretmenleri sayılabilir. Büyük tarihçimiz Ömer Lütfi Barkan, bunları “kolonizatör Türk dervişleri” olarak adlandırır. Alevi kaynaklarında Horasan Erenleri denilenler bunlardır. Anadolu’da yoğunlaşmaları ile daha sonra Rum Erenleri ismini de almışlardır.
Bu güçler tarafından ele geçirilen şehirlerdeki esnaf ise Ahiyan-ı Rum adı altında örgütleniyorlardı. Bu örgütlenmenin genel karekterinin Alevi olduğunu araştırmalar göstermektedir.
13. yüzyıl başında, Anadolu’daki Türklerin yüzde 60’ının Alevi olduğu tahmin ediliyor. Bu oran, Osmanlı devletinin yükselme dönemine değin varlığını korudu. Özelikle 16. yüzyıldaki Alevi isyanları ve Alevi kırımlarından sonra nüfusun kültürel yapısı deişmeye başladı.
Osmanlı devleti’nden önce Anadolu’da hüküm süren Selçuklu Devleti’nin yöneticileri de Sünni idi. Bunlar, Iran etkisinde idiler. Sarayda ve resmi yazışmalarda Türkçe yerine Farsça kullanılıyor, halka hiç önem verilmiyordu.
Bu yüzden Anadolu’da 13. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren bunalım dönemi başladı. Moğollardan kaçan Harezmliler, Selçuklulara sığındılar. Moğol tehlikesi başladı. Halk perişandı. Bu yüzden Baba Ilyas Horasani’nin Halifesi Baba Ishak’ın meydana getirdiği, ancak Hıristiyan, Gürcü, Kürt gibi unsurlardan oluşan devşirme ordu tarafından bastırılan Alevi Babalılar Isyanı (1240) patlak verdi. Bunun etkileri sürerken Moğol kumutanı Baycu, Anadolu’ya girdi, 1243’te Kösedağı’nda Selçuklular yenildi. Bu durum, devleti iktisadi ve siyasi büyük bir çöküntüye sürükledi. Selçuklular, Moğolların elinde bir oyuncak oldu.
Anadolu insanı, yerli beylerin yanı sıra bir de Moğol askerlerini beslemek durumuyla karşı karşıya kalmıştı. Selçuklu Sultanları, yenildikleri Moğollarla anlaştılar. İşbirliği sonucu Anadolu halkı bir kat daha fazla soyulmaya başladı.
Bunun sonunda, Moğollara karşı olan ve Babalılar Isyanı’nın bir devamı olan Cimri Isyanı (1277) patlak verdi. Bu isyanı yaratanlar da Alevi güçleri idi. İsyan başarısızlığa uğrasa da, Moğolların Anadolu’dan atılması yönünde çok önemli bir başlangıç oldu. İsyancıların ayağı çarıklı, başı kızıl külahlı Türkmenler olarak tanıtılması, kızılbaşlık özelliğini de vurgulayan bir ayrıntıdır. Cimri adıyla tanıtılan Mehmet Bey Konya’yı ele geçirdikten sonra bir ferman yayımlamış ve bu fermanda, “Bundan sonra, devlet dairelerinde, evlerde, din mekanlarında Türkçe’den başka bir dil kullanılmayacaktır.” demiştir. Bu emir, hareketin, Araplaştırmaya karşı ulusal-Alevi bir direnç olduğunu göstermektedir.
Türk toplumu içinde ulusalcı zihniyetin oluşması da bu kanalın işlemesiyle münkün olmuştur.
Bu ortamda Alevi düşüncesi gerilemediği gibi etkinlik kazandı. Hacı Bektaş-ı Veli bu koşullarda ortaya çıktı. Moğolların oyuncakları olan beylikler alt tabakaların benimsemediği Sünniliği resmen kabul edemediler. Bütün mezheplerle hoş geçinmek, hepsini hoş tutmak gereğini duydular. Fakat, Anadolu’ya hakim olan düşünce genelde Alevilik idi. Alevi olmayan şeyhler ve mutavsavvıflar bile bu düşünceden etkileniyordu.
Örneğin, dönemin büyük şairi Mevlana’nın Mesnevi’sinden bu yüzyılda, Halep’te Alevilerin çoğunlukta bulundukları, Muharrem’de, aşure günü anma töreni yaptıklarını anlamaktayız. Mevlana, Mesnevi’de Yezid’in ve Şimr’in şiddetle aleyhinde bulunmaktadır. İmam Ali’yi ise içten gelen bir sevgiyle över. Muavye ile Şeytan’ı konuşturur.
Yeniçeri ocağı kurulduğu zaman ve özelikle teşkilatlandıktan sonra fütüvvet töresine uyup Hacı Bektaş-ı pir tanımıştı. Yeniçeri ocağına “Ocağı Bektaşiyan.” Yeniçerilere “Taifeyi Bektaşıyan.” Yeniçeri ağasına “Ağayı Bektaşıyan” deniyordu. Yeniçeriler, gülbanklarında (Türkçe duaları), Aleviler gibi üçler, Yediler, Kırklar’ı anıyorlar, yine “Pirimiz sultanımız Hünkar Hacı Bektaş’ı Veli demine, devranına hu diyelim, hu!” diyorlardı. Alevilik Anadolu’da, değişik kollar halinde yaşatılıyordu.
Rum Abdalları, Kalenderiler, Haydariler, Aleviler idiler. Bunlar, hatta diğer tasavvufçular Alevi düşüncesini yayıyorlardı. Bütün bu zümreler içinde ise “Sufiyan” veya “Sufi Sürekleri” denen Aleviler, ülkede çoğunluktaydı. Bu yolda, Erdebil dervişlerinin çok büyük etkisi vardır. Bugünde Türkiye’deki Alevilerin çoğu, bu Sufi Sürekleri yolundadır. Diğer küçük kolların tümü zamanla bu yolun içinde eridi, gitti. (Şah Ismail bölümüne bak.)
Beşinci Padişah Çelebi Mehmet (1413-1421) zamanında kopan Şeyh Bedrettin Isyanı güç bastırıldı ve Simavna Kadısı Bedrettin Mahmut, Serez’de idam edildi. 1420 yılında çıkan bu isyanın temel gücü de Alevi kitle idi. Şeyh Bedrettin bir Alevi olması bile, Alevilik düşüncesinin temeli olan Batıni yorumdan ve gerçeklikten olağanüstü derecede yararlanmıştı. İsyanda Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal, Karaburun ve Narlıdere Alevilerine dayanmışlardı. Bugün, Bedrettin’in soyundan geldiklerini söyleyen Bedrettin Ocağı, Rumeli Alevileri arasında mevcuttur. Bu isyanı Alevilerle, zamanında Musa Çelebi’nin Kazaaskeri olan Bedrettin’e uyan ve Musa Çelebi’nin verdiği topraklarını yitiren kişilerçıkarmışlardı. Aleviler Osmanlı devletini yükselten kitle iken, zamanla ikinci plana itilip baskı altına alınınca ayaklanmaya katılmışlardı.
II. Murat döneminde (1421-1451) Erdebil Dergahı, dinsel bir merkez olmuştu. Aynı zamanda bu dergah, Alevi propagandasının merkez üssüydü.
Mevlana’ya yön veren Şems-i Tebrizi de Alevi idi. Ve öldürülmesinin sebebi de Alevi oluşu idi. Hasan Sabah felsefesinin kuvvetli bir temsilcisi olan Tebrizli Şems, Mevlana’yı avucunun içine almıştı. Zaten, Mevlevilerin Şems’e bağlı Şemsi denilen kolu da Alevidir. Mevlana’dan sonra, onun Sünni oğlu Sultan Velet’in sürdürdüğü yol bugünki Mevleviliği meydana getirdi. Bu yol, resmi bir tarikat, yani devlet tekkesi durumuna geldi ve devlet kapısından beslendi. Sünni devlet adamlarının ve bazı padişahların destekleyip özünü boşaltıkları Mevlevilik, Mevlana Celalettin-i Rumi’den çok çok geriye götürüldü. Mevlana’daki içten Hz.Imam Ali sevgisi, Imam Hüseyin sevgisi, Muaviye ve Yezid’e duyulan öfke, daha sonraki Mevlevilerde pek görülmez.
Alevi düşüncesi, yanlız Mevlana’yı değil, Anadolu’da yetişen bütün önemli düşünceleri ve Sufileri etkilemiştir.
Bu inanç-kültür sistemini de Türk kültürünün en eskiden beri taşıdığı öğeler şekillendirmiştir.
Kitap: Türk Aleviliği
Yazar: Rıza Zelyut
Ekleyen: Seyyid Hakkı