Alevilikte Inanç - Seyyid Hakkı sayfamızı önerelim ve yönlendirelim. Seyyid Hakkı, 1965 Dersim doğumlu ve Ehli Beyt yazarı, Seyyid Seyfettin Ocağı evlatlarındandır. Aşk ile Canlar...
Seyyid Hakkı
Seyyid Seyfeddin Ocağı

7- Türk Aleviliği -3


Türk Aleviliği -3

Kur’an Ve Alevilik
Aleviliğn özünde Kur’an-ı Kerim’in inançsal ve toplumcu yorumu bulunur.  Bu yorum biçimine  de Batınilik denilir. Kur’an’a özü açısından bağlılık Anadolu Alevilerinin en az 500 senedir kılavuz olarak kullandıkları “Buyruk”larda yer alır. Alevi kitleye önderlik eden pir ve rehber anlatılırken deniliyor ki:

“Pir ve rehberin kesinlikle okuryazar olması gerekir. Şeriatta okuryazar olması gerekir. Şeriatta okuryazar olmayan müftü görülür mü; ya da okuryazar olmayan hoca olur mu? kuşkusuz olmaz. okuryazar olmayan insan eşeğe benzer. Oysa, pirin yol gösterici olması gerekir. Ancak okuduğunu anlayan, dünyayı ve toplumu tanıyan kimse sorunlara doğru çözüm bulabilir. Tanrı’nın gönderdiği kitabı (Kur’an ve diğer kutsal metinler) bilmeyen, Tanrı’yı nasıl bilebilir. İnsanlar doğuştan bilgi sahibi olsalardı, Tanrı, peygamberlere kitap göndermezdi.

Kitapsız pir, Şeytandır. Talipler ise pire bağlıdır. Bu nedenle, taliplerin böyle cahil pirlerin izlerinden gitmemeleri ve sözlerine itibar etmemeleri gerekir. Kimi pirler, ‘Ak’tan okurum, kara’yı bilmem’ diyerek okuryazarlığı küçümserler. Böyle söyleyen pir, Kur’an’ı inkar etmiş demektir. Ak’tan okumak, aşıklara özgüdür. Oysa, aşıkların da Kur’an’a uyduğu sürece o gerçek aşıktır. Sözleri Kur’an’a uymayan aşığın sözüne itibar edilmez. Bilge kişi, ham ile hası birbirinden ayırır, doğru yolu bulur. Talip; pir, rehber ve aşığın söylediklerini anlamazsa mürşid ve üstaddan öğrenip doğru yola gitmelidir.

Ayetsiz, kitapsız söz söyleyip nasihat eden pirin söylediği sözler saygın değildir. Söylenen sözün kesinlikle Kur’an’a uyması gerekir. Aşığın serveti altın ise Kur’an mihenk taşıdır; üstadlar sarraftır. Bir sarrafa altın getirildiğinde önce mihenk taşına sürer; altınsa alır, değilse geri çevirir.

(....)

Pir, gecenin ikinci yarısından sonra kalkıp gün doğuncaya kadar Tanrı’ya ibadet ve niyaz etmelidir. O zaman pirin nefesi keskin olur. oysa günümüzde pirler yeyip içip kuşluğa değin yatıyorlar.

 

‘Kur’an bizim dedemize inmiş. Bakalım ne buyurmuş? Biz bu dünyaya niye geldik? Yarın tanrı katına ne yüzle çıkarız? Bu taliplerin hakkını bizden sorarlarsa ne karşılık veririz? diye düşünmeyen pirin vay haline!”

(Buyruk, Fuat Bozkurt düzenlemesi, 1981. s. 23 vd.)

Buyruk’un “Ölmeden Önce Ölmek” bölümü, Alevi insanının pişmesi (eğitilmesi) ve sağlam inanç sahibi yapılmasını işliyor. Burada, talip (Yola gönül verenler) için şöyle davranması öğütleniyor: “Kur’an ne buyurduysa ona göre davranayım.”

Buyruk, dedeler (Pirler) ile talipler arasındaki ilişkiyi anlatırken diyor ki:

“İnsan insanı günahtan arıtamaz, düzeltemez. Pir ve rehber, insanın kendisini düzeltmesi için araçtır.

 

Talibin suçu, pirin bağışlayacağı türden ise, küçük ise, pir gerekli cezayı verir ve ‘Bizim günümüzde iyi oldun, biz seni bağışladık; umarız ulu Tanrı da ulu divanında seni bağışlamış olsun.” diye dilekte bulunur; hayır dua eder.

 

Ama talibin günahı büyükse ve pir onun malına ya da güzelliğine kapılıp, ‘İyisin; seni günahından geçtim!’ derse, Hakkı batıl eder. Mahşer günü Tanrı, talibin hesabını o pire soracaktır ve diyecektir ki: “Dünyada benim vekilim olan pirler gelsin, bugün hesap günüdür”

O pir, Hz.Muhammed’e inen Kur’an’da buyrulanlara göre hükmedip Hakkı Hak etti ise ne mutlu ona. O zaman Tanrı, ‘Gel, sevabını al! Sen hesabını önce dünyada vermişsin.’ deyip o piri cennete alacaktır.

 

Yanlış hüküm veren piri Tanrı sorguya çekecek ve ona, ‘Ey asi! Sen dünyada Tanrı mıydın? Ben seni Muhammed-Ali’nin soyundan boşuna mı getirdim? Oysa sen inanmadan, kendi çıkarın için kendi bildiğin gibi yol sürdün. Büyük günah işleyen talibe, dünya malı için, ‘iyisin!’ dedin. Kur’an’ı, hadisi bir yana bıraktın, ‘Ben babamdan böyle gördüm!’ dedin. Oysa baban yaptıklarının hesabını kendi verir. Şimdi başını kurtar!’ diye hesap soracaktır.

Bu nedenle kesin olmayan, belgelenmemiş hadislere göre hüküm verilmez. Arapça’da söz çoktur. Bunların Türkçe’ye çevrilmesinde birçok yanlış ortaya çıkar. Kesinlikle Kur’an’a göre karar vermek gerekir. Pir, Tanrı’nın vekili sayılır. Ona bir emanet verilmiştir. Emanete hıyanet edilir mi? (s. 91 vd.)”

Buyruk’ta Kur’an dışı hüküm verilmesi karşısında Alevi vatandaşa nasıl davranması gerektiği de anlatılıyor ve bunun için şu yol öneriliyor:

 

“Talip; pirin durumunun kitaba uygun ama söylediklerinin kitapsız olduğunu görürse, bir kamil mürşit (bilge kişi, bilgin lider) bulup o piri kitaba uymaya çağırmalıdır. Ama pir, kamil mürşidin sözüne uymayıp ayetsiz, hadissiz hükmünü yürütmeyi sürdürürse artık o talip o pirin darına durmamalıdır. Gidip Hz.imam Ali soyundanbaşka bir pir bulup onun eteğini tutmalıdır.

Kitaba uymayan pir, şeytandır. Böyle bir pirin darına duran talip, şeytandır, şeytan darında durmuş sayılır.

Ermeni, Rum, Yahudi uluları bile kendi kitaplarına bağlıdırlar..... (s. 93)”

 

Alevilik Felsefesi
Anadolu’daki Alevilik kökü en az 3 bin yıl eskiye uzanan ulusal kültürün İslam’ın halkçı özüyle kaynaştırıldığı bir yaşama biçimidir. Bu yaşama biçiminin kendine özgü tarihi ve felsefesi vardır. Bu felsefeyi kavramadan Aleviliği anlamak ve öğrenmek olanaksızdır.

Alevilik, felsefesini temelde, İslamiyet’ten almıştır. İşin özünü de zahir-batın çelikisi/çatışması oluşturur. Alevilik bu çelişkide “batın/iç-öz” olanı temsil eder. Batın felsefesinde İslam’ın eşitlikçi ve akılcı yorumu ile Budizm, Sabiilik, Zerdüştlük, Maniheizm, Musevilik, İsevilik, eski Ege kültürü, Şamanizm; Gök Tanrı kültü ve atalar kültü etkili olmuştur. Bütün bu inanç sistemini Türk halkları değişik çağlarda ve farklı coğrafyalarda kabul etmişlerdir.

Bugün batıni anlamdaki gerçek Alevilik Türkiye’de yaşamaktadır. Bu özelliği İran’ın Türk nüfusunun bulunduğu yerlerde de az-çok görmek de mümkündür.

İslam toplulukları tarih içinde dini, reforme ederek onu ideoloji olarak kullanmışlardır. Türk halkları da tarihsel gelişim sürecinde İslam dini ile karşılaştıklarında; onu kendi bakış açılarına göre şekillendirerek kabul etmişlerdir. Bu yüzden her milletİslam dinini; kendi yapısına göre uydurarak almış; böylece, her toplumda ayrı bir İslam anlayışı şekillenmiştir. Türk İslamı dediğimiz İslam’ın bugün Arap ülkelerindeki İslam’dan oldukça farklı olmasının de dine; milli kimliğin ve çoğrafyanın verdiği şekilden ibarettir.

Türkler Arapemperyalizminin saldırıları karşısındabu dinle ilişkiye girdiklerinde; elbetteki sömürücü güçlerin ideolojisine değil; bu emperyalist odaklara karşı çıkan düşüncelere baktılar ve onları kendilerinin malı yaptılar. Böylece; Hz.imam Ali ve ailesi; Türklerde kutsal bir kimlik kazandı ve Hz.imam Ali, giderek ululaştırıldı.

İslam’ın Değil Sünniliğin 5 Şartı
Bütün Müslümanlar, son peygamber Hz.Muhammed Mustafa’nın geçmiş peygamberlerin tümünün bilgisini taşıdığına inanırlar. Bu inanışa göre İslam Peygamberi, peygamberliğin mührü (sonu) olarak bütün Tanrısal bilgilere sahiptir.

 

Peygamber’in ilettiği Tanrı bildirimlerinden (vahiy) oluşan Kur’an da, geçmiş Tanrı kitaplarını (İncil, Zebur, Tevrat) kapsar, aşar...

Fakat, Kur’an’ı görünür (biçimsel, şekil) yönüyle incelediğimizde, orada 1- Emirler, 2- Yasaklar, 3- Yaptırımlar, 4- Cezalar ve mükafatlar dışında fazla bir şey bulamayız.

İslam’ın Sünni kolu; Kur’an’ı Kerim-i böyle şekilci biçimde yorumlar. Bu yorumu yapanlar; İslam dinini, “Savm, salat, hacc ü zekat, kelime-i şahadet” biçiminde formüle edilen 5 Şart’a bağlanmaışlardır. Namaz kılmak, Ramazan orucu tutmak, zekat vermek, Hacc’a gitmek ve Kelime-i şahadet getirmek, işin şeklinden ibarettir. Bu kavramlardan söz edilse bile Kur’an’ı Kerim’de İslam’ın 5 Şartı gibi bir formül de yer almaktadır. Aleviler, bu 5 şartın İslam’ı değil; Sünniliği bağladığını kabul ederler. Sadece Kelime-i şahadet temel şart olarak görülür. İnsanlık tarihinin dinsel özeti sayılacak bir kitap olan Kur’an; Aleviler tarafından 5 şarta bağlanacak kadar basit kabul edilmiştir. Bu nedenle Aleviler tarafından Kur’an’ın dış (görünür) anlamının ötesinde bir de iç (batın) anlamı olduğu ileri sürülmüş ve buradan yola çıkarak yeni bir ideoloji yaratılmıştır....

İslam dinini 5 şarta bağlayarak yorumlayan ve yaşayan Müslümanlara karşın; Kur’an’a daha küresel anlamlar yükleyerek yorumlayan ve yaşayan Müslümanlar da ortaya çıkmışlardır. Anadolu Aleviliğini de oluşturan bu görüşe göre; Kur’an’ın şeklinden çok, özü önemlidir.

 

Halkı, yanlız namaz, oruç, hac gibi biçimsel tapınmalarla yoğuran bu anlayış, muhalefet gruplarını İslamiyet’in dışına iterek etkisizleştirmeye çalışıyordu. Muhalefetin, saldırılara aynı silahla karşı çıkması kaçınılmazdı. Böylece, Kur’an’ın Batıni yorumu ortaya çıktı.

 

Batınilik Nedir?
Tanrı bildirimi olan vahiylerin (Kur’an’ın) görünür (biçimsel) anlamında başka bir de iç (öz) anlamı olduğunu savunan görüş, Batınilik’tir. Bu yorum biçimi; Kur’an’ı, egemen sınıfın çıkarına göre kullanan Sünni anlayışa karşı çıkma yoludur. Kur’an’ın batıni anlamı üzerindeki ilk yorum, Hz.imam Ali’de görülür. Şöyle diyor Hz.imam Ali:

 

“Kur’an’daki bütün ayetlerin dört anlamı bulunur.
1- Zahir (dış, biçim, lafzi) anlam..
2- Batın (iç, özsel) anlam...
3- Had (limit, sınır) anlam...
4- Mutalla (Tanrısal tasarım) anlam...

Bunlardan, zahir, dil ile ikrar içindedir. Batın, kalp yoluyla kavramak ve onaylamak içindir. Had, meşru ve uygun olanla olmayanı belirtir. Muttala ise, Allah’ın her ayetle insanda gerçekleştirmek istediğidir.”

 

Hz.Muhammed’in ayetlerle ilgili olarak şu hadisi (sözü), bütün önemli kaynaklarda vardır: “Kur’an’ın bir dış görünüşü (zahiri) batını (iç derinliği) vardır. Bu batının ardından da başka bir batın gelri. Birbiri içinde yer alan gökküreleri biçiminde bu batının da başka batını (derinliği)  bulunur. Böyleve, yedinci batıni anlama kadar varılır.”

Bu sözlere, Alevilik yolunun önemli teorisiyenlerinden, 765 yılında Abbasi Sultanı’nın zehirleterek öldürdüğü Altıncı İmam Cafer-i Sadık’ın şu açıklaması katılınca, olgu daha da aydınlanır.

 

“Allah’ın kitabı (Kur’an) dört şey içerir:
1- Açıklanmış deyişler, ifadeler (ibareler) vardır.
2- İşaretler vardır.
3- Özel nitelikli duyumsanabilen alemin üzerinde bir başka aleme ilişkin gizli anlamlar, ince anlamlar (letaif) vardır.
4- Yüce manevi öğretiler (hakikatler) vardır.

 

Lafzi (özel) ifade; dış anlam, topluluk için, herkes (avam) içindir. İşaretler; seçkinler, özel yetenekte olanlar içindir. (havas). Gizli anlamlar (letaif); Allah dostları (evliya) içindir. Yüce, manevi öğretiler (hakikatler); nebilere, peygamberlere aittir.”

Bu söylenilenlerden çıkan sonuç: Kur’an’ın, yani Tanrı bildirimlerinin yanlızca harflerden oluşan kelimeler ve cümleler topluluğu olmadığıdır. Vahiylerin ancak özel bilgi ile anlaşılacak iç (gerçek) anlamı bulunduğu bu görüşler açık açık vurguluyor.

 

Bilgisi ve içsel derinleşmesi olmayan çoğunluk kesimi, Kur’an’ın dış anlamında çakılıp kalmıştır. Şeriat (yaptırımlar, emirler) kapısı denilen bu en dış yüz, avam için olduğundan, Sünnilik İslam toplumlarında sayısal olarak fazla olmuştur.

 

Burada, Sünni mezheplerin en büyüğü olan Hanefilik’in kurallarını oluşturan Ebu Hanife’ye öğretmenlik yapan Altıncı İmam Cafer-i Sadık’ın görüşlerine yeniden göz atmak gerekiyor. Bir şiirinde, herkesin bildiğinin ötesinde başka bir bilginin bulunduğunu şöyle vurguluyor İmam Cafer-i Sadık:

“İlim cevherini gizlerim cahilden
Anlayıp da fitne kopmasın, derim.
Hz.Ali de böyle yaptı elbet
Hasan’la Hüseyin’e bunu etti vesiyet.

Tanrım, ilminden bir cevher gören
Sorar bana: Putperest misin sen?
Müslümanlar çirkin işi güzel sanırlar
Ve kanımı dökmeyi helal tanırlar.”

Peki, kimdir burada sözü edilen cahiller? çirkin işi güzel görenler, Peygamber torunlarının kanını dökmeye hazır olanlar kimdir? Ve, burada söz konusu olan ilim nedir? imam Cafer-i Sadık neyi gizlemektedir.

 

Gerçek şudur: İmam Cafer-i Sadık’ın gizlediği, batın bilgisidir. Yani Kur’an’ın, yani İslamiyet’in yanlız namaz-oruç olmadığının bilgisidir.

Zahir-Batın Şeriat-Hakikat
Alevi inancında, Kur’an’ın dış anlamı; yasakları, emirleri, cezaları ve mikafatları kapsar. Zahir yönünün karşılığı şeriattır. Şeriat basamağı; kabaca namaz, oruç, zekat, hac gibi emirlerden oluşur.

 

Batın anlam ise, İslamiyet’in insanda gerçekleştirmek istediğini hedef alır. Batın yönün karşılığı hakikattir. Hakikat, insanın gerçek mümin haline gelmesinin ifadesidir. Alevilere göre, Peygamber ve onun kitabında dile getirilen görüşlerinin amacı, insanı gerçek insan yapmaya yöneliktir. Namaz, oruç, zekat, hac, bu amacın ancak vasıtalarıdır. Anadolu insanı, hakikate, tarikat ve marifet kapılarından ulaşıldığına inanır. Bu dört kapının 40 makamı, 40 makamın da 160 menzili vardır.

4 Kapı, 40 Makam
Anadolu Aleviliğinin temel kavramı ve felsefesi bu 4 Kapı’da somutlaşır. İşte bu kavram, Sünnilikle Aleviliği kesin olarak ayırır.

Alevi felsefesinin temel kavramı olan şeriat-hakikat çelişkisi, Anadolu’da da yaşatılır. Fakat çelişki, yumuşak geçişlerde biraz törpülenir. Bunu için; dıştan öze doğru gidişte, dört aşama (Kapı) olduğu vurgulanır.

Birinci kapı şeriat kapısıdır. Bu kapı sıradan insanlar içindir. Kur’an’ın dış (sözel-lafzi) anlamına denk düşer. İslamiyet’in başlangıç noktasını ifade eder. Hacı Bektaş Veli’ye göre; şeriatın tamamlanması için on koşulu yerine getirmek gerekir. Sünnilikte dinin temeli sayılan namaz, oruç, hac, zekat, ancak bu on şarttan birisidir. Kısacası; dinsel anlayış Alevilikte son derece yayılır ve dar kalıpların dışına taşırılır. Sünnilikte, dindar olmanın  ve dinin temeli sayılan namaz, oruç, zekat, hac dört aşamadan biridir, yani ancak onda biridir. Hacı Bektaş Veli’nin bu görüşünün Sünnilikle asla uyuşmayacağı ortadadır.

İkinci kapı tarikat kapısıdır. Kur’an’ın (İslamiyetin) gerçek anlamına ulaşmak için tutulan özel yolun adıdır tarikat.

 

Tarikat, şeriatı geride bırakıp daha derine dalışı ifade eder. Şeriattaki kitlesellik, azalarak tarikata da yansır.

Son yüzyıl içinde Sünni karekterli olarak ortaya çıkan Nurculuk, Süleymancılık, Biberlik gibi dinsel giysili siyasi akımları, burada anlatan tarikat kavramının içine sokmaya olanak yoktur. Çünkü söz konusu akımlar, daha çok Sünni tekkeler gibi görünüyorlar.

 

Tarikat, Kur’an’ın iç anlamına ulaşmayı hedefleyen bir anlayışa bağlı olarak yorumlanmak durumundadır. Böyle olunca, Batıniler tarikat yolcuları sayılmak durumundadır. Kur’an’ın batıni anlamına ulaşmayı hedeflemeyen hiçbir akım; adı, tarikat da olsa, tarikat sayılmaz.

Tarikatte hedef, dinin özüne, manevi derinliğine ulaşmak olduğu için, bu olgunluğu sağlayacak önderlere ihtiyaç vardır. Buna biz, mürşit (aydınlatıcı, yol gösterici) deriz. Alevilerde, bu mürşitlik işi seyyidlerin (dedelerin) görevidir. İnsanın mürşitsiz bu iç derinliği kavrama olanağı yoktur.

 

Üçüncü kapı marifet kapısıdır. İnsanın hem dış (zahiri) bilgi, hem iç (batıni) bilgiyle donanması, bu donanıma uygun davranması sürecidir.

Marifet, daha çok bireysel plan çerçevesi içinde kalır.

 

Dinin (Kur’an’ın) gerçek anlamına ulaşmak için son kapı (son aşama) Hakikat kapısıdır.

Alevi felsefesinde, insan, tarikat kapısında marifet, oradan da hakikate çekilmeye çalışır. Burada amaç, insanın mükkemelleştirilmesidir.... bu kapının durak noktası insanıntoprak olmasıdır. Toprak olan insan ise “İnsani Kamil”dir. Bu en mükkemel varlık’ın toprağa dönüşle anlatılması, insanın aslına dönüştür. Dinsel metinlerde ilk insanın (Adem’in=Adam’ın) topraktan yapıldığı vurgulanır. İşte Alevilikte hedef, İnsan-i Kamili yaratmaktır.

Alevilikte inancı, 4 kapıya ve 40 makama ayırmak, insanları kurallarla boğmak değildir. Tam tersine, bu yaklaşım, insana sayısız seçenekler sunmaktır.

Hacı Bektaş Veli’ye göre şeriat kapısının 10makamı vardır... Namaz, oruç, zekat,hac, bu on makamdan yanlız birisidir. Böyleve şeriatın bile, yanlız namaz-oruç olmadığı hakikati çıkar karşımıza.

Aleviliğin bu inancı, hakikate giden yolu tek şeritten 40 şerite çıkarmıştır. Bu geniş yol, 40 şeritlik yol; elbette ki insanlara tek şeritlik yoldan daha rahat gelmiştir.

 

Şimdiye kadar Sünni tarihçilerin göstermek istedikleri gibi; Batıniler; İslamiyet dışı topluluklar değildir. Kur’an’ın iç anlamı bulunduğuna inanan, asıl anlamın bu olduğunu savunan kesimler batınidir. Bu nedenle Aleviler, Batınidirler.

Bu anlayışın, felsefenin değişik biçimde yorumlanması ve uygulanması, Batınilerin Aleviler olduğu gerçeğini değiştirmez.

 

Tevil ve Tesfir
Aleviler, Kur’an’da dile getirilen gerçeklerin, Sünnilerin anladıklarından farklı olduğuna inanırlar. Kur’an’ın, biçime bağlı kalınarak açıklanma işi tefsirdir. Tefsir, tenzil olunanın (inen-vahyolunan) açıklanmasıdır. Tevil ise bu açıklanmanın özünü göstermektir. Tefsir, şeriata bağlıyken; tevil, hakikati gösterir. Tefsir zahirin, tevil batıninın karşılığıdır.

 

Kur’an’ın (Tanrı bildirimlerinin) biçime bağlı kalarak açıklanma işi, tefsirdir. Tefsir; cümlelerin (maddi seslerin; sözlerin) şeriat ilmine dayanılarak açıklanması olduğu için, iç yön ile bağlantısı yoktur. Tanrı tarafından bildirilen vahiylerin lafzi yönünü; yani, kuralları,yaptırımları açmak olarak tefsir, Sünni kesimlere uygulanır.

 

Kur’an’ın manevi cephesini anlamak için yapılan yorumlara ise tevil deniliyor. Tevil; bir metni, bir sözü, aslına götürmek; o sözün gerçek anlamına ulaşmak demektir. Tevil olayı ile vahiy, dış görünüşünden kurtularak aslına çevrilir. Yani, zahir, batına dönüştürülür.

Tefsirde, şeriat aşamasında kalınırken tevilde hakikate ulaşılır. Bu yorumu yapabilmek için bir rehber (aydinlatıcı) bulunmasi gerekir. İşte bu rehber, imamdir.

İlk imam, “Ben konuşan Kur’an’ım” derken; Kur’an’ın sözlerini tekrarlayan veya aktaran bir vasıta olduğunu değil; onun özünü kavrayıp anlatacak bilgisi olduğunu vurgulamak istiyordu. Elbette, Hz.Ali’nin söylemek istediği şey, Kur’an’in hakikat cephesi idi.

Kur’an’ın Alevi felsefesindeki bu yorumlanış biçimi, bir mecaz değildir. Mecaz, benzetmek demektir. Halbuki tevil ile benzetme yapılmaz, manevi gerçek açıklanır.

 

Böylece tevil, batına yani içyüze ulaşmak demektir. İçyüze ulaşmak ise, Kur’an’ın dış yüzünü yani şeriatı aşmak; kurallar ve yaptırımlar geride bırakmaktır.

Tevil ile, ilahi bildirimler (vahiyler) gerçek anlamlarına yükseltilirler. Burada bildirmenin (vahyin) yani tenzilin karşıtı bir durum vardır.

 

Tenzilde, Tanrı’dan insana iniş varken; tevilde, Insandan Tanrı’ya (ebedi gerçeklere) yükseliş söz konusudur.

Vahiy ile bilgi elde etme yolu, Muhammed ile kapanmış, sona ermiştir. Fakat ilham yolu ile, keşif yolu ile bilme olgusu süreçektir. Keşif yolu ile gizli olan, örtülü bulunan, gerçeğe ulaşmayı engelleyen sebepler yok edilir.

 

Tevil olgusu; ayetlerin gerçek anlamını kavrama davranışı olarak Islamiyet’in ilk dönemiyle birlikte ortaya çıkmış sayılır. Maddi gerçeklikle sınırlanamayan Islamiyet, manevi gerçeklik düzleminde (hakikat) aranmalıdır.

Manevi gerçeklik ise manevi miras yoluyla aktarılan bir ilimle kavranabilir. Bu ilim ise, imamların, (12 Imamlar) Peygamber’in manevi mirasçıları olarak yaptiklari açıklamalarda yer alır.

Alevi Sünnet kavramı, bu anlamda vardır. Ve Peygamber’in getirdiği dinin manevi cephesini ifade eder. Peygamber’in koydugu kuralların (sünnet) gerçek anlamda yaşatılması Alevilikte mümkün olmuştur.

 

Bu ilimde iç yüz (batın, öz) açığa çıkartılırken dış yüzü gizlenir.
Dış yüz mecazdır, benzetmedir. Oysa içyüz (hakikat) gerçek doğrudur. Kur’an metnini oluşturan vahiyden çıkartılacak sonuç (manevi anlam), benzetme (mecaz), öz anlamın (batının, hakikatin) dış yüzü olan şeriattır. Yani; şeriat, gerçek değil, gerçeğe benzeyendir.

 

Mecaz, gerçeğin kendisi olmadığına göre, Islamiyet’i dış yüzle sınırlı görmek, Islamiyet’i aslıyla değil benzeriyle sınırlamaktır.

 

Öyleyse benzeyenle (şeriat) yetinmemek zorunluluğu ortaya çıkar. Benzeyen (şeriat) olgusundan; benzeyenin benzediğine (hakikat, vahyin özü) ulaşmak için dışarıdan içeriye girmek gerekir. Yani; zahirden batına dalmak; yani şeriatten hakikate ulaşmak gerekir. Bu ise tevil olur.

Tanrı bildirimlerinin (vahiy) gelmesi yani inmesi tenzildir. Bu bildirimler peygamber tarafından duyrulur (tebliğ).

Aşağı inen (vahiy) biçim, söz halindeyken semboldür. Bu sembol hakikati sembolize eder. Sembol, gerçeğin kendisi değildir. Gerçeğin kendisine ulaşmak için geleni geldiği yere yükseltmek (tevil) şarttır. Sembolize edilen (simelenen) ancak böyle ortaya çıkmış olur. Bu da, hakikate ulaşmak demektir.

 

Tanrı’nın bildirimlerini ileten Resuldür. Bu bilgileri öz anlamlarına yükselten ise velidir...

Bu durumde, nebi ile veli; birbirine bağlı, birbirlerinin sebebi ve sonucu; birbirlerinin zorunluluklarıdırlar.

(yukarıdaki bilgiler, Henry Corbin; Islam Felsefesi Tarihi adlı çalışmadan özetlenmiştir).

İmam (veli), Imamet (velayet)
Böyle olunca, hakikat (batıni yön, iç anlam, gerçek anlam) resmi ve dinsel makamların koyduğu dogmalar (dinsel kurallar) olarak değerlendirilemez. Hakikat, yani gerçek Müslümanlık; dinsel kuralların ötesindedi. Bunu, sıradan bir insan kolay kolay anlıyamaz. Hakikatin anlaşılması için rehberlerin, mürşitlerin olması gerekir.

Peygamberlik halkası tamamlandığına göre, yeni bir peygamber gelmiyecektir.öyleyse Kur’an’ın iç anlamını insanlara kim öğretecektir? Burada Alevi düşüncesinin ikinci bir özelliği olan velayet kavramı ortaya çıkar.

Kur’an’ı Kerim, incelendiğinde görülecektir ki peygamber Hz.Muhammed her şeyden önce tebliğcidir. Yani, Tanrısal bildirimleri insanlara iletmekle görevlidir. Bu görev nübüvvet (nebilik), yapan “nebi”dir. Kur’an’ın Rad Suresi (13) 40. ayet: “Ey Muhammed (....) vazifen sadece tebliğ etmektir.” Ayni konu Al-i Imran: 20. ayet, Maide: 99. ayet, Furkan: 56. ayet, Neml: 92. ayet, Ankebu: 50. ayet, Şura: 48. ayet, Cin: 23. ayet, Rad: 7. ayette tekrar edilmiş, başka birçok ayetle de pekiştirilmiştir. Tebliğ işi, Hz.Peygamber’in ölümüne değin sürmüştür.

Hz.Muhammed, vefat etmiş, böylece mübüvvet (peygamberlik) olgusu kapanmıştır. Fakat, O’nun aktardığı Tanrı bildirimleri, yanlız aktarma (biçim, kelime, gözle algılanan cümleler) olarak mı kalmalıdır? Onun özünün açıklanması gerekmez mi?

 

İşte bu görev, imamların görevidir. İşte burada sözü edilen Imam ile günlük dilde cami görevlisi olarak bilinen imamın hiçbir ilgisi yoktur. İmam, önderdir, hakikatin perdesini aralayıp onu, hazır gönüllülere gösterendir.

 

Yine, Sünnülikte mezhep kurmuş olan alimlerin adları önüne konulan imam sıfatı ile Alevi imamları çok farklıdır.

İmam-ı Azam (en büyük imam) sıfatını yandaşlarından alan Hanefi mezhebi kurucusu Ebu Hanife de bu anlamda imam değildir.

Bunlar; Alevilikteki imam kavramının toplumsal etkisinden yola çıkan bu yüce güce ortak olmayı amaçlayan Sünni kesimden insanlarIn sonradan ortaya çıkan tasarruflarıdır.

 

Alevilikteki imam, Kur’an’ın batıni yönünü açığa çıkaran bilgi ile yüklü kişidir. İmam, Islamiyet’in özünü gösteren önderdir. Bu öz ise kesinlikle toplumsaldır. Bireyi toplumun bir üyesi olarak ele alıp en mükemmel olan seviyeye çıkarmak ister.

Alevilikte nübüvvet (peygamberlik) halkası tamamlandıktan sonra velayet halkasının başladığı kabul edilir. Velayete, imamet de denilir.

Velayet, nübüvvetin içyüzüdür. Yani, nübüvvet velayetle tamamlanır, manevi anlamda da sürdürülür. Velayet, insanı, Islam’ın gerçek özüne eriştirmeyi, sırlar çözmeyi, aydınlatmayı kapsar.

Nasıl, zahirin yerine batın (iç) geçerse, şeriatın ötesi hakikat ise nübüvvetin ötesi de (denliği, sürdürülmesi) velayettir... (Bu velayetin Anadolu’da nübüvvetin önüne geçirildiği ve hatta Tanrısal bir nitelik verildiği de gerçektir).

Anadolu Alevileri, velayeti, On Iki Imam’ın yüklendiğine inanır. On Iki Imam kavramı, velayet yüklenen ve yürüten manevi önderleri kapsar.

Bu yükümlülük sonradan uydurulmuş veya adı belli 12 kişiye sonradan isnat edilmiş değildir. Bu durum, başından beri böyle kabul edilmiştir. İmamlar da bilgileri ile bu görevi yürütmüşlerdir.

Alevilikte Ayrılık
İmamet, kesinlikle soy takip eder ve Hz.Ali üzerinden Hz.Muhammed’euzanır. bu durum; 12 Imam kavramının Türklerdeki soydan gelmeye dayalı Şaman (kam/oyun/ozan-bahşı/baskı) geleneğine benzemektedir.

6. Imam Cafer-i Sadık’tan sonra imamın kim olduğu konusunda, o zamanki Alevi dünyasında çok önemli bir yarışma ortaya çıkmıştır. Cafer-i Sadık’tan sonra, onun oğlu Ismail’in imamlığa geldiğini söyleyen devrimci bir kesim olmuştu. Bunlara Ismaililer denildi.

Alevi (Şii) düşüncede ortaya çıkan bu ayrılık, şu veya bu şinin imam kabul edilmesinin çok ötesindedir. Ayrılığın nedeni, felsefe ile ilgilidir. Bunlar kesinlikle batıni yorum sahibi idiler ve Sünnilikle taban tabana zıt bir ideoloji yaratmışlardı.

İmam Hüseyin’in torunlarından Zeyd’in adına bağlı olarak meydana çıkan Zeydiyye kolu, imam kavramı dışında Alevi düşüncesiyle pek ilintili sayılmaz.

İsmaili anlayışına göre, Sünni Islamiyet’in kurallarını içeren namaz, oruç, hac gibi özellikleri kabul edilmez. 750 yılında hakka yürüyen ve Mehdi kabul edilen Ismail’i imam tanıyan Ismaililer, 909 yılında Kuzey Afrika’da iktidarı ele geçirdiler. Sonra Mısır’ı zaptettiler. Kahire’de el Ezher Üniversitesi’ni kurdular. Ticarette, Hindistan’a değin ağ kurup orada bir koloni oluşturdular. Sanatta büyük atılım yaptılar.

Bunlar, kendilerinin Peygamber’in kızı Fatıma’nın soyundan geldikleri için Fatımi olarak adlandırıldılar.

Fatımi Devleti içinde çıkan çatışma sonucu, Ismaili Aleviliği ikiye bölündü. Muntasırbillah’in ölümü üzerine, oğulları Nizar ve Müstali mücadeleye başladı.

Nizar hapiste öldü. Fakat, onun yandaşları, doğuya göç ederek, Hazar Denizi’nin güneyindeki Alamut Kalesi’ni ele geçirdiler. Burada, Nizariye denilen (Sabbahilik diye biliniyor) militan Aleviliği yaşatmaya başladılar.

Almut Ismaililiği

Aleviliğin hızla yayıldığı sırada kurulan Selçuklu Devleti, Sünnilerin en kuvvetli devleti idi. Oğuzların göçebe kesiminin Aleviliği benimsemelerine karşın Selçuklu yöneticileri, Sünni idiler. Çünkü Selçuklularındevlet kurdukları Iran bölgesinin egemenleri genelde Alevi egilimli idiler. Onlarla mücadeleye girişen Selçuklu beyleri zorunlu olarak karşıt tavır takındılar. Bu yöneticiler, Sünniliği korumayı başlıca vazifeleri saydılar.

Türk yönetici kesimi daha Emeviler zamanında başlamak üzere, Sünni anlayışı zorunlu olarak benimsediler. Çünkü onlar, Emevi ve Abbasi devletlerinde padişahların (halifelerin) muhafız kuvvetini ve hassa ordusunu oluşturuyorlardı. Selçukluların yönetici kesimi de biçimsel bile olsa bu yolu izlemişlerdi.

İsmaili Aleviler, çok kuvvetli olan kuvvetli olan Selçuklularla savaşmadılar. Bu devleti içeriden çökertmek için, Iran’a seçme daileri (propagandacı) gönderdiler. Selçuklular, bunun farkına vardılar ve misilleme yaptılar. Her tarafta medreseler açarak, Alevi propagandasını önlediler. İşte, byle bir zamanda yepyeni bir metot ile Hasan Sabbah ortaya çıktı ve Selçuklu Imparatorluğu için büyük bir tehlike oldu.

Hasan Sabbah
Hasan Sabbah, Ismaili Alevilerinin mücadelesi içinde parlak zekasıyla dikkatleri topladı. İran, o sıralarda Türklerin yoğunlaştığı, bir uç nokta idi. Buradaki Alevilerin ileri gelenleri, Hasan Sabbah’ı özel surette yetiştirilmek üzere, Fatımı Halifesi’nin yanına gönderdiler (1072).

İyi bir öğrenim gören Hasan Sabah, Kahire’de görgü ve bilgisini daha da artırdı. Fakat başa geçerek yeni halife hususunda devletin ileri gelenleri gelenleri ile anlaşamadı. O, halifenin oğlu Nizar’ın imam olmasını istiyordu. Bu sebepten Nizar lehine propaganda yapmak üzere Mısır’dan ayrıldı. Nizar, halife olmadığı halde, ölünceye kadar onu imam tanıdı. 1081 yılında Iran’a geldi. Bu yüzden Hasan Sabbah taraftarlarına Nizari’ler de dendi.

Hasan Sabbah, Iran’da bir müddet saklı kaldıktan sonra, Alevilerin çok miktarda bulunduğu dağlık bir yer olan Taberistan’a (Hazar Denizi’nin güneyi) gitti. Burada yaptığı propagandalar neticesinde, pek çok taraftar topladı. Bilhassa Alamut Kalesi’ni (Kartal Yuvası) ele geçirdikten sonra (1090) faaliyetini artırdı.

Hasan Sabbah, Alamut Kalesi’ne yerleştikten sonra, Batıni (Ismaili) teşkilatını kurdu. Amacı, sosyal düzeni değiştirmekti.

 

Hasan Sabbah, ilk olarak halifelik sorunu ile uğraştığını ileri sürdü. Gerçekte o, Abbasi halifetini ve Selçuklu Devleti’ni yıkmakistiyordu. Bunu, Vezir Nizamülmülk anlaakta gecikmedi.bu alanda Melikşah’a bazı öğütlerde bulundu: Hasan Sabbah’ın düşmanı olan Vezir Nizamülmülk şöyle diyordu buradaki Alevi hareketi için: “Her devirde ve ülkede, hükümdara karşı ayaklanmalar olmuştur; lakin, hiç bir Şii mezhebi Batıniler kadar uğursuz olmamıştır. Zira onların amacı, Islamiyet’i ve bu devleti bozmaktır, yıkmaktır. Kulaklarını ve gözlerini, bir sesin çıkmasına ve bir olayın meydana gelmesine dikmişlerdir. Her fırsatta ve her felakette, kulübelerinden fırlayacak olan bu Şii köpekleri, Şii mezhebini yayacaklar ve her şeyi yıkacaklardır, lakin hiçbir düşman, Muhammed’in dini ve Sultanın devleti için onlar kadar tehlikeli ve korkunç değildir. Ben öldükten sonra, büyük ve seçkin insanları kuyulara attıkları, davul sesleriyle kulakları çınlattıkları ve sırlarını açığa vurdukları zaman bu sözlerim hatırlanacak ve bu bu felaket gününde sultan, bütün bu söylediklerimde haklı olduğumu görecektir....”

Batıniler, bir müezzini öldürmekle işe başladılar. Bunun üzerine Melikişah, Hasan Sabbah’a bir mektup yazdı, bu işleri bırakmasını, dine dönmesini istedi. Hasan Sabbah verdiği cevapta, dindar olduğunu, fakat halife ve Nizamülmülk’ün kötü yolda olduğunu bildirdi.

Melikşah’ın elçisi, Hasan Sabbah’ın yanına varınca, bazı fedailer bıçakla, bazıları da kendilerini kaleden atmak suretiyle, canlarına kıyarak, bir gösteri yaptılar. Hasan Sabbah,elçiye, bu militanlardan 20 bin kişi olduğunu söylemiştir.

Hasan Sabbah’ın, Btıniliği kentlerde yayması çok zordu. Buralar, devletin sıkı denetimi altındaydı. Burulardaki Alevi çalışmaları şiddetle eziliyordu. Zaten, hükümet onu ve adamlarını kanun dışı ilan etmiş. Bu nedenle Hasan Sabbah, çalışmalarını  yeraltına kaydardı.

Alamut Kalesi başta olmak üzere, yeni kaleler alınacak veya yapılacak, buralar Batıniler yerleştirilecek, böylece Batiniliğin yayılması sağlanacaktır. Batıniliğin yayılmasına engel olanlar hançerle öldürülecektir.

Nizamülmülk, bu Alevi propagandasından kurtulmak için, Alamut Kalesi’ne ordu gönderdi. Kale kuşatıldı. Fakat bu esnada Nizamülmülk, bir Batıni tarafindan öldürüldü. Melikşah da öldü (1092). Bu yüzden kuşatma kaldırıldı.

Selçuklu Devleti’nde kargaşa devri başlayınca, Hasan Sabbah, propagandasına hız verdi. Yeni yeni kaleler zaptederek veya yaptırarak, Batınilerin sayısını artırdı. Yeni cereyanı kabul etmeyenler öldürüldü. Bu yüzden Ismaililik Horasan, Iran ve Kuzey Suriye’ye kadar olan yerlerde yayıldı.

Batınilere karşı en sert mücadeleyi Mehmet Tapar açtı. Mehmet Tapar, Alamut Kalesi’nden sonra Batınilerin en sağlam kalesi olan Şahdiz Kalesi’ni aldı ve yerle bir etti. Reisleri Abdülmelik Attaşi ile birçokları öldürüldü. Attaşi’nin başı kesilerek Bağdat’a, halifeye gönderildi. Attaşi’nin Selçuklu sarayı adamlarına öğretmenlik ederek, haremdeki kadınlara giyecek satarak onları kendi tarafına geçirdiği öğrenildi. Aynı zamanda, vezir Sadülmülk de onunla mektuplaştığı anlaşıldığından öldürüldü (1107).

Mehmet Tapar, bir fetihname ile cinayetler yuvasının alındığını ve yıkıldığını, Islam dünyasına duyurdu. Sünniler buna sevindiler. Fakat, Alamut Kalesi hala ayakta duruyordu. Mehmet Tapar onu da yerle bir etmek için, Nizamülmülk’ün oğlu Vezir Ahmet ile Emir Cavlı’yı kale üzerine gönderdi. Bunlar pek çok Batıni öldürdüler, fakat kış geldiğinden geri döndüler (1109). Batıniler bunun öcünü almak için Vezir Ahmet’i yaraladılar.

Bu olay, onların cesaretini çok artırdı, cinayet ve baskıların fazlalaştırdılar. Mehmet Tapar, bu işi kökünden kazmaya karar verdi. Atabey Eniştekin Şiir-Gir komutasında çok kuvvetli bir ordu gönderdi.

Ordunun Alamut Kalesi komutasına, kışın da devam edebilmesi için evler, barakalar yaptırıldı, erzaklar depolara yerleştirildi. Fakat Mehmet Tapar’ın ölmesi, kuşatmaya katılan bazı birliklerin komutana sormadan ayrılmaları yüzünden bu son kuşatma da bozgunla neticelendi (1117). Ordunun bütün ağırlıkları Batınilerin eline geçti.

Hasan Sabbah’ın 1124 yılında ölmesinden faydalanan Vezir Kaşani, Batınilere karşı en şiddetle mücadeleyi açtı (1126). İmparatorluğun her yanına fermanlar gönderdi. Batınilerin nerede görülürse görülsün öldürülmelerini, mallarının yağma ve ailelerininesir edilmesini emretti. Her yanda Batıniler kovalandı ve tepelendi. Batınilerin buna tepkisi sert oldu. Bir sene sonra Kaşani, Batıniler tarafından öldürüldü (1127).

Buna karşılık Batınilerin Horasan’daki şefleri öldürüldü. Bu durum karşısında Batıniler, hükümetle anlaşmak zorunda kaldılar. Bu anlaşmada, Sancar’a yapılmak istenen suikastın da etkisi olmuştur. Hasan Sabbah yandaşı bir kadın aracılığıyla hükümdarın yatağının başucuna bir hancer saplanmış ve aynı zamanda şu haber iletlmişti: “Kendisine sevgisi olmasaydı, bu hançeri yumuşak gögsüne saplamak kolay olacaktı.” Bu anlaşmaya göre, Batıniler yeniden kale yapmayacaklar, silah satın almayacaklar, dinlerine kimseyi çağırmayacaklar, büyük şehirlerde oturmayacaklar, vurguncluk ve soygunculuk yapmayacaklardı.

Böylece, Selçuklu Devleti, Batıniliği bir mezhep olarak kabul ediyor ve onların sayısını dondurmaya çalışıyordu. Yanlız imparatorlukta yaşayan halk, Şiiler ve Sünniler olmak üzere, iki büyük düşman sınıfa ayrılmış bulunuyordu ki, bu, devletin yıkılmasında en büyük rolü oynayacaktı.

Batıniler prensip olarak inançlarının yayılmasına engel olanları, hançerle öldürdüklerinden pek çok devlet adamı, vezir, vali, komutan ve devlet başkanını hançerlediler. Bunlar arasında Abbasi Halifesi Müsterşid, Vezir Nizamülmülk, Vezir Keşani hatta, bir ihtimale göre Melikşah, Musul Valisi Mevdud, Aksungur Porsuki gibi çok önemli kimseler vardır.

Batıniler öldürme yolu ile halkı ve devlet adamlarını sindirdikleri gibi, pek çok komutan ve devlet adamını da, Batıni yaparak, yaşamak ve yayılmak imkanlarını sağlamışlardır.

Bu sebepten, Batıniliğin beyni ve yayılma merkezi olan, kartal yuvası Alamut Kalesi, Moğollar zamanına kadar yaşamış, nihayet Hülagu 1256 yılında kaleyi zaptederek ve içindekileri öldürerek, faaliyetine son vermiştir.

Nizariler, Ismaili felsefesini daha da geliştirdiler. Kur’an’ın batıni yorumunu, imam anlayışını biraz daha toplumsallaştırdılar. 1256’da, Mogolların Alamut’u yıkmalarına değin çaışmalarını sürdürdüler. Alamut Ismailileri, silahlarından çok, yarattıkları felsefe ile etkili oldular...

 

Türk boylarının batıya göçmeleri sırasında, Islam dünyası fikirsel olarak Sünni ve Alevi öğretisini oluşturmuş, sistemleştirmişti.

Yeni yeni Müslüman olan Türklerin kırsalda kalan bölümü, şeriatın getirdiği katı kurallarla zorlaştırılan Sünni Islam’dan çok, batıni yönü öne çıkartan Alevi Islam’ı yeğliyordu.

Göç yolunun üzerindeki Alamut Ismailileri, göçebe Türklerin Aleviliği benimsemesinde etkili oldular.

Hemen belirtelim.... Alamut Ismaililiğini, Hasan Sabbah’la özdeş gören anlayış, resmi Sünni saraylarının görüşlerini tekrardan başka bir şey yapmıyor.

Gerek Abbasiler, gerek Selçuklular, Sünni otoriteye karşı çıkan bu Ismailileri kötülemek için her yolu denediler. Onları, yalancı cennet yaratmakla, haşhaş içirdikleri militanlarla bir katiller ordusu kurmakla suçladılar. Bu atmosferi, güzel çıplak kızlarla süsleyerek namus konusunda da dokundurma yaptılar.

 

Böylece bir sapıklar topluluğu gibi gösterdiler Ismailileri. Bu görüşlerine dayanak olarak da, Ismaililere düşman yazarların kitaplarını gösterdiler.

Fakat Ismaili yazarların kitapları, bunların iftiradan başka bir şey olmadığını ortaya koyuyor.

İsmaili Batıniliğinin Anadolu’ya önemli ölçüde etkisi olduğu, araştırmalar objektif ölçülerle yapılırsa görülecektir.

 

Anadolu Alevileri, 12 Imam’a bağlıdır. Fakat 12 Imam Aleviliğin, Ismaili Aleviliği önemli ölçüde beslemiş görünüyor.

Özelikle, batıni anlamı öne geçirip şeriatın kurallarının dışlanması, Ismaili anlayışın etkisi olarak ortaya çıkıyor. Fakat, 12 Imam Aleviliğinde de, batıni anlama ağırlık verildiği ortadadır.

 Bugünkü Iran’da Ne Var?
İran’da resmi mezhep olan Caferilik’in özünde, 12 Imam Aleviliği vardır.

 

Fakat, bu Alevilik günümüzde, tamamen iğdiş edilmiş, bozulmuş bir Aleviliktir.

İmamlar, başlangıçtan beri Kur’an’ın dış (öze, lafzi) anlamını değil, iç (batın, öz) anlamını öne çıkarışlardır, yandaşlarına da bunu açılamışlardır.

İslamiyet’te önemli olan şeriat değil hakikat olduğu, özelikle belirtilmiştir. İmam Cafer bile, bunu özelikle vurgulamıştır. İran Şiiliği, günümüzde artık Şiilik olmaktan çıkmıştır. Irak’la savaş sırasında yanlız kalan Molalar, Müslümanlardan destek sağlamak amacıyla, Sünnilerle farkları olmadığı tezini işlemişler, bunu ispat için de şeriatı tam olarak uygulayıp Aleviliği yok etmişlerdir. İran Şiiliği, bugün Hanefilik’ten daha tutucudur.

İran’da yaptığım araştırmada gördüm ki, geleneksel Şianın temel ilkesi olan “tevella ve teberra”nın “teberra” bölümü iptal edilmiştir. Tevella ve teberra; “Ali ve evladını (Ehl-i Beyt) sevmek; bunları sevmeyenleri sevmemek”tir. Humeyni ardılları; Iran’da, “Ehl-i Beyt’i sevmeyenleri sevmemek (teberra)” ilkesini artık reddetmektedirler. Bu konuyu içeren Humeyni’nin kimi eserleri de gizli bir yasakla devredışı bırakılmıştır.

Anadolu’daki Aleviler, Iran’ın şeriatçılarla bu yakınlaşmasının kültürel ve ideolojik bir teslim oluş olduğunu bilmiş ve Batıni öze bağlı kalmıştır.

 

Böyle olunca, bugün Iran’da gündemde olan Caferilik, Türkiye’deki gerçek 12 Imam Aleviliğinden (12 Imam Şiiliği) farklıdır.

 

Çünkü, Iran’da Batıni öz, yanlız imamların yetkisi gündeme gelince hatırlatmakta fakat, ibadet tamamen Sünni anlayışa göre yapılmaktadır.

 

Sünni Islam devletlerinden kabul görmek anlayışındaki Iran yönetimi, Sünni dört mezhebe benzer beşinci bir mezhep yaratarak Iran’ı, geleneğinden koparmıştır. Egemen Şii düşüncesi, giderek Sünnileşmiştir.

Takıyye (Gizlenme) Ve Sırr
Alevilik, Islamiyet’in hakikat cephesini temel alan dinsel giysili bir toplumsal örgütlenme idi. Bu nedenle de iktidarın alternatifi olarak her çağda, her ülkede varlığını hisettirdi. İktidara aday oluş nedeniyle sıkı biçimde izlendi, ezilip yok edilmeye çalışıldı. Bu nedenle de Aleviler, kendilerini mümkün olduğunca gizlemeye çalıştılar. Bu gizlenme olayına, dinde, takıyye denir.

 

Aleviler; takıyyenin Islamiyet’e uygun bir davranış olduğunu söylerler. Onlara göre; takıyye Kur’an’da bile yer almıştır. Örneğin 4. Sure’nin 61. ayeti şöyle der: “Şüphesiz, Allah, size, emanetleri ehline vermenizi buyurdu.”

İşte, buradaki emanet; Islamiyet’in özü hakkındaki bilgidir; hakikattir. Hakikatin sırrını ehil olmayana açarsanız; onu anlamaz ve bunu bozgunculuk olarak, dinsizlik olarak damgalayabilir. İmam Cafer-i Sadık da daha önce aktardığımız şiirinde, bundan acı acı yakınır zaten.

 

İktidara aday olan karşıt bir düşüncenin örtünmesinin (takıyye) doğal sayılması gerekir. Kişiler, zorda kaldıklarında, inançlarını gizliyebilirler. Bunun örneği; Hz.Muhammed dönemindebile yaşanmıştır. Yalancı peygamber Müseyleme, kılıcını çekip bir Müslüman’ın boğazına dayamış ve “Söyle, peygamber ben miyim, Muhammed mi?” diye sormuştu. O Müslüman, Müseyleme’ye; “Evet, sen peygambersin!” demişti. Canını böyle kurtardıktan sonra gelip bunu Hz.Muhammed’e anlatmış; doğru mu, yanlış mı yaptığını sormuştu. Peygamber; bu davranışı yanlış saymamıştı....

Alevilik ortaya çıkıp daArap feodalizmine karşı halk mücadelesi başlayınca, zorunlu olarak Alevi kitleler de takıyyeye başvurdular. Çünkü, olay çok ciddiydi. Bu nedenden, Beşinci Imam Muhammed Bakır şöyle der:

 

“Bizim davamız; zordur, çetindir. Zorlu bir çaba göstermeyi gerektirir. Ancak yüce dereceli bir melek veya kalbi Allah tarafından sınanmış bir mümin kul ona güç yetirebilir.”

Bu dava, yukarıdan beri  açıkladığımız, Alevi dünya görüşüdür...  bu dünya görüşü, avam denilen sıradan halk tabakalarının anlamayacağı ölçüde derinleştirilmiştir; felsefi bir sistem haline getirilmiştir. Bu nedenle; Aleviliği anlamak benimsemek ve savunmak kolay bir iş olmamıştır. Bu yüzden de Alevi kesim genellikle azınlıkta kalmıştır.

Aleviler; kendi yollarını iyi bildikleri halde, onu yabancılara; karşıt düşüncede olanlara açamadıkları için, bu düşünce bir sır gibi yorumlanmış, çözülmesi için çok çaba harcanmıştır.

Aslında, ortada sır denilen bir şey yoktur. Altıncı Imam Cafer-i Sadık bu sır olayını şöyle açıklar;

 

“Bizim davamız, sır ıcinde sırdır. Ama örtülü kalan şeyin (sırrın) sırrıdır. Bu öyle bir sırrdır ki, onu ancak başka bir sır açılayabilir. Bu sır içinde sırdır ve başka bir sırra da gerek duymaz.”

 

Karışık gibi görünen bir açıklama. Basitçe açıklarsak, şöyle diyor Imam Cafer:

Alevilik ancak Alevilikle açıklanabilir. Onu, Aleviler bilebilir.
Bu, aslında bir sır da değildir. Gerçeğin kendisidir. Gerçeği çözmek için başka bir gerçeğe gerek duyulmaz. Aradığın edebi gerçeklik, bizim davamızdır....

Takıyye olayı, Birinci Imam Ali’nin yaşamı ile başlamış sayılır. Çünkü, Hz.Ali davranışı ile takıyyeyi uygulamıştır.

İmam Hüseyin, Islam dininin elden gittiğini, putperestlik törelerinin hortlandığını, insanların ezildiğini görmüş; takıyye kuvvetlendirmek için kendini açığa çıkarmış ve Alevi inancı uğruna canını vermişti. Bu davranışı, takıyyenin sadece bir kaçma, geri adım atma, siniklik olmadığını da göstermesi bakımından öğretici olmuştur.

Daha sonra, takıyye, gerek acem, gerek Türk Alevileri tarafından uygulanmıştır.

Burada önemli bir sorun gündeme geliyor.
Şimdiye kadar; Alevi yol büyüklerinin yaşamlarını inceleyenler; onların koyu birer Sünni gibi ibadet ettiklerini görüp şaşırıyorlar ve kendi kendilerine soruyorlar: “Acaba bunlar Alevi değil mi?” bazıları da biçimsel ibadetlere bakarak onların Alevi olamıyacağını söylüyorlar. Kimileri de, eski Alevi büyükleri ile şimdiki Alevilerin farklı insanlar olabileceğini düşünüyor.

Tabii, bunlar Aleviliği, Alevilikte gizlemeyi bilmemekten kaynaklanıyor. Günümüzde Alevilik üzerine yazılıp çiziliyorsa, bu devlet baskısının kalkması sonucu Alevilerin gizlenme gereğini duymamaları ve bazı yol bilginlerinin basit örneklerini yabancılara açmalarındandır. Ayrıca, Alevi kesimden çıkan yazarlar da kendi toplumlarının inancına ait bazı bilgiler aktarmışlardır.

Aleviler, katliamlardan kurtulmak için takıyyeyi değişik biçimlerde uygulamışlardır.
a- Gerektiğinde, kendisini Sünni gibi göstermiş ve namaz kılmak, oruç tutmak durumunda kalmışlardır. Daha sonra da yollarının gereği gibi ibadetlerini yerine getirmişlerdir....

b- Çoğunlukla da kendilerini soyutlamışlar, Sünnilerden uzak bölgelere çekilmişlerdir.

c- Birbirleriyle anlaşmak, işaretleşmek için kimi bölgelerde özel dil bile geliştirilmiştir. Örneğin, Tokat bülgesindeki Alevi Gaygel Türkmenlerinin 25 ile 30 kelimelik bir gizli dili bulunmaktadır....

ç- Alevi olduklarıni gizlemelerine karşılık, giyimi, davranışı, tıraş biçimleriyle bile Aleviler birbirlerini tanıyacak teknikler geliştirmişlerdir. Bu giyim ve davranışlar; genelde toplumun ölçülerine uygun olmuş, özelde değişmiştir. Yani onu anlayan anlamıştır....

Kitap: Türk Aleviliği
Yazar: Rıza Zelyut
Ekleyen: Seyyid Hakkı

Alevilikte Inanç - Seyyid Hakkı sayfamızı önerelim ve yönlendirelim. * YouTube, Alevilikte inanç-Seyyid Hakkı kanalımız: https://www.youtube.com/user/YediDeryaSohbeti62 * YouTube, Hakk Dergahı TV kanalımız: https://www.youtube.com/@hakkdergahitv8618 * Facebook, Hakk Dergahı muhabbet grubumuz: https://www.facebook.com/groups/244039227002241 * Fcebook, Hakk Dergahı Ilim Irşad sayfamız; https://www.facebook.com/profile.php?id=100057353323519 * WEB sayfamız, Alevilikte Inanç-Seyyid Hakkı; https://www.alevilikte-inanc.de/ * Facebook, Seyyid Hakkı özel sayfamız; https://www.facebook.com/SeyyidHakkiAL/ Aşk ile Canlar...