Alevilikte Inanç - Seyyid Hakkı sayfamızı önerelim ve yönlendirelim. Seyyid Hakkı, 1965 Dersim doğumlu ve Ehli Beyt yazarı, Seyyid Seyfettin Ocağı evlatlarındandır. Aşk ile Canlar...
Seyyid Hakkı
Seyyid Seyfeddin Ocağı

18- Türk Aleviliği -14


Türk Aleviliği -14

Sünni Ilkelere Cevaplar
Aleviler; kendilerini Islam’ın özü gibi görmelerine karşın; Sünnilerden ayrı olduklarıni da kabul ederler. Sünni Islam’ın; Islam dininin temel şartı gibi gördükleri pratiklere yönelik eleştirileri ve batıni yorumları bulunmaktadır.

Zaten alevilerin Sünni Islam’ın ilkelerini kabul etmeleri durumunda, Alevilik diye bir olgunun ortaya çıkmayacağı, çıkmayacağıda bir gerçektir. Alevi kitlenin de Islam dini Sünniler gibi algılaması, yorumlaması ve uygulaması durumunda ortada Alevilik diye bir olgu kalmayacaktır. Bu yüzden Aleviler; temel konularda neden ayrı düşündüklerini ve davrandıklarını açıklamışlardır. Bunlardan bazılarını özetleyelim:

Cami ve Namaz
Alevilerin bugün camiye gitmedikleri bir gerçektir. Bunun sosyal, tarihi, felsefi nedenleri vardır.

1) Tarihi sebep: Bilindiği gibi Muaviye, Hz.Ali’ye düşmandı... iktidara kılıç gücüyle el koyduktan sonra özelikle Cuma namazlarında Hz.Ali’ye lanet ettiriliyordu. Peygamber soyuna yönelik bu saldırılar, samimi Müslümanları yaralıyor, onları camilerden soğutuyordu.

 

Kendilerine, Müslümanların Emiri (emirülmüminin) dedirten bu emevi padişahları, Islamiyet’i aslından hiçe sayıyorlardı. Örneğin, Velit, cariyesini erkek kıyafetine sokuyor, camiye yolluyor, halka namaz kıldırtıyordu. Kafası kızıyor, Kur’an’ı hedef tahtasına asıyor, saatlerce okçulara oklatıyor, paramparça ettiriyordu. Sonra da; “Haydi bakalım Muhammed’in kitabı, ne yapacaksan yap bana...” diyerek meydan okuyordu. Bir başka Emevi halifesi, namaz kıldırırken, namazı bırakıp cemaate; “Yeter mi? yoksa biraz daha kıldırayım mı?” diye alaylı alaylı soruyordu. Emeviler, aslında namaza hiç önem vermiyorlardı. Ama, halkın namaz kılmasını örgütlüyorlardı.

Yalancı alimler oertaya çıkartılıyor, bunlar, uydurdukları Hz.Ali’yi kötüleyen sözlere, peygamber sözüdür, diyor ve buyolla da Ali ve soyuna hakaret ediyorlardı. Bu yüzden Ali yandaşları camilerden soğudular. İbadeti evlerde yapmaya başladılar.

2) Sosyal Sebep: Camilerde, hutbeler yönetici kesimin çıkarlarını koruyacak biçimde veriliyordu. Hatta, Islamiyet’in görüntüsü bile değiştirilmiş; Müslümanlık, yönetici kesimin çikarlarının savunması olarak gösterilmeye başlanmıştı. Tabakalar arasındaki sosyal, siyasal, ekonomik çatışmalar bu amaçla kullanılıyordu. Yönetimin denetimindeki camiler; alt katmanlara karşı amansız siyasi, dini, sosyal saldırıların gündeme getirildiği merkezler halindeydi. Alevi tabakalar; böyle bir ortamda ibadet etmenin olanaksızlığını görmüştü.

3) Ekonomik Sebep: Aleviler, yoksul kesimden insanlardır. Göçebelerden bile çok zengin olanlar; Sünniliğe geçmişlerdir. Alevi halk, yaşayabilmek için çok ışmak zorunda kalmıştır. Günde beş kez işlerini keserek namaz kılmaları, onları verimsiz olmaya, aç kalmaya mahkum ediyordu.

4) Felsefi Sebep: Alevi felsefesinde, ibadette içtenlik önemlidir. Bütün ibadetlerin amacı da, Tanrı’ya yönelik kulluğun, Tanrı katından insana geri yansımasıyla, insanın mükkemel olmasıdır. Eğer, insan, inancında samimi ise Yunus Emre’nin dediği üzere Ibadetin değişik şekilleri ile kendini meşgul etmesi yanlış bile sayılabilir. Çünkü bu, bir oyalanmadır. Yüreğin, Tanrı ile buluşmasını engeleyen bir oyalanma...

Aleviler, ceza veya mükafat duygularıyla yapılan ibadetin gerçek kulluk olmadığına inanırlar. Hacı Bektaş Veli’nin bu konudaki görüşü, her şeyin içtenlikle yapılması yönündedir. İbadette biçim değil, öz önemlidir.

Namazı temel alan, namaz kılmayı mutlaklaştıran anlayış ile Alevi anlayışı arasında derin felsefi ayrılık vardır. (Bu konudaki ayrıntı için Alevi Felsefesi bölümüne bkz.)

 

5) Dinsel Sebep: Aleviler için dindar olmanın yolu namaz kılmaktan geçmez. Namaz reddedilmez ama, ibadet onunla sınırlandırılamaz. Ayrıca, Alevilerin namaza bakış açısı, Sünnilikteki uygulamadan farklıdır. Bunun adı da cem törenidir. Cem, halka namazı diye de anılır.

Kur’an’da namaz kılınız biçiminde bir ifade de yoktur. Söz konusu olan “Salat”tır. Salat, namaz değil, Tanrı’yı içten anıp selamlamaktır. Eğer bugünkü anlamda eğilip doğrulma gibi bir namaz biçimi kesin şart olsaydı, bunun Tanrı tarafından biçiminin bildirilmesi gerekirdi. Halbuki;

a) Kur’an’da namazın biçimi yoktur... Nasıl kılınacağı tarif edilmiştir.
b) Kur’an’da, namazın beş vakit kılınacağına ilişkin bilgi de yoktur.

Namazın bir secde olduğu, Kabe’de putlar önünde eğilmenin bu anlama geldiği de ayrı bir olgudur. İslam öncesinin Arapları da (Müşrikler) bu anlamda namaz kılmışlardır. Bu olgu, diğer bütün dinlerde de bulunmaktadır.

İçki Meselesi
Alevilerin içki içtikleri, bu nedenle Islam’ın kurallarını çiğnedikleri, en eski dönemlerden beri Sünni din adamları ve cahil halk tarafından söylenegelmiştir.

Bugün artık Alevi olsun, Sünni olsun her kesimden insan alkollü içki almaktadır. İçki içip içmemeyi tartışmak bile anlamsız hale gelmiştir. Alevi-Sünni her kanattan insanlardan içki içenlerin inancı hakkında hiç kimsenin kuşku duymaya hakkı yoktur. Zaten, içki içenleri Islamiyet’in dışına  atmaya kalktığımızda, ortada fazla insan kalmayacağı da açıktır. Bugün için, içkinin insanın inancını lekelemediğini ya da yok ettiğini iddia etmek, pratik olarak olanaksızlaşmıştır.

Özellikle bilinmelidir ki, eski dönemlerde de Sünni halk arasından önemli bir kesim içki içmiştir. Padişahlar ve onların çevresindekiler; sürekli olarak şarap içmişlerdir. Birçok Osmanlı Padişahı şarapçı olarak tanınır.

Daha birinci halife Ebu Bekir döneminde ve Ömer zamanında, Arapların ileri gelenleri şarap içiyordu. Bunların en bilinen örneği de, meşhur kumandanlardan Halit bin Velit’ir. Halit, şarap içtikten sonra karısına göz koyduğu bir Arap’ı öldürmüş, adamın başını tandıra atıp kızartmış; sonra ay hali olan kadına zorla sahip olmuştur. Dini yasaya göre Ebu Bekir’in buna kısas uygulaması gerekirken; bu zorba kabile reisine uygulanmamıştır....

 

Bu anlayışı sürdüren Emeviler zamanında sarayda büyük içki meclisleri kurulmuştur. Hatta, Emevi padişahları, sarhoş sarhoş camiye gidip halka imamlık yapmış, namaz kıldırmışlardır.

 

Abbasiler döneminde şarap, sarayın vazgeçmediği ve görkemli törenlerde içtiği, sıradan bir içkidir. Anadolu’daki Selçuklu devleti  (Toplantılarda, ileri gelenlere sağraklar, yani dolular sunulduğu kitaplara geçmiştir) ve ondan sonra kurulan Osmanlı devleti, şaraba sarayda bol bol tüketmiştir. Divan edebiyatı da büyük ölçüde şaraba övgü üzerine kurulmuştur. Öyle ki, 17. yüzyılda şeyhülislamlık makamı gibi en yüksek dinkoltuğuna oturan Şeyhülislam Yahya; bir şiirinde, “Mescidde riya-pişeler itsün koy rıyayı, Meyhaneye gel kim ne riya var ne müray” diyerek meyhaneyi camiden üstün gören bir tavır içine bile girmiştir.

Yanlız, sıradan vatandaşlara yasaklanan bu içki, gizli gizli yine de içilmiştir. Aleviler ise bunu gizli gizli içmek yerine açık açık içmişlerdir.

Fakat, Alevilerin açık açık içmeleri, içkiyi bir zevk ve sohbet ögesi haline getirmeleriyle sonuçlanmıştır. Alevilikte, içki kültürü oluşmuş, bu kültürün dışına çıkanlar, içki meclislerinden dışlanmıştır. Böylece toplum, içkiye kendi kendine ilginç bir yasak getirmiştir.

 

Müslümanlar, Islamiyet’in ilk dönemlerinde şarap içiyorlardı. Şarabın yasaklanması, Uhut Savaşı sonrasına denk düşer. Bu yenilginin getirdiği gerginlik ortamında, Müslümanlar değişik yerlerden saldırılara uğradılar. Müslümanların bazılarının da, bu savaştaki yenilginin moral bozukluğu ile davranışlarında anormallik görüldü. Sarhoş olup tatsızk çıkaranlar, kavga edenler arttı. Hatta Islamiyet’e karşı  bir tavır bile belirdi. Bir avuç kalan Müslümanları bu tehlikeli gidişten kurtarmak için, 625 yılı sonralarına doğru da içkiye sınır getirildi.

 

“Maide Suresi”nin (5. Sure) 90. ve 91. ayetleri bu olayla ilgili olup şöyledir: “Ey inananlar! İçki, putlar ve fal okları; şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki, saadete eresiniz. Şeytan, şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah’ı anmaktan alıkoymak ister. Artık bundan vazgeçersiniz değil mi”?

Bu ayette, içkinin kesin ilarak yasaklandığı gibi bir anlam yoktur. İçki, düşmanlık,kin ve Allah’ı anmaktan uzaklaştırıcı bir unsur olursa yasak kesinleşiyor.

 

Nitekim, Bakara Suresi’nin (2. Sure) 219. ayet şöyle der: “Sana, şarabı ve kumarı sorarlar. De ki: Ikisinda de, hem büyük günah, hem insanlara bazı faydalar vardır. Günahları, faydasından daha büyüktür.”

Ayette, söz konusu olan alkollü şaraptır. Gerek hamr (şarap) sözcüğünün kullanılması, gerek ayetin verdiği mesaj, doğrudan doğruya alkollü içkiden söz edildiğini ortaya koymaktadır.

 

Bu ayet açıkça, içkiyi zarar verecek biçimde içenlere, onu yasaklamaktadır. İçkinin yararı ise, değişik biçimlerde yorumlanabilir. Her şeyden önce içki, insanın denektaşıdır. İyi insan, kötü insan içki sofrasında açığa çıkar.

İçkinin; her haliyle reddedildiğini söyleyenler, Kur’an’ı Kerim’i ciddi biçimde incelememeiş olanlardır.

Yukarda verdiğimiz ayetlerin dışında, başka ayetler de şarap, insanlara bir hediye olarak vaad edilmektedir. Bu da şarabın reddedilmediğini; fakat, iyi davranışla insanlara helal olduğunu gösterir.

 

“Muhammed Suresi” (47. Sure) 15. ayeti okuyalım: “Allah’a karşı gelmekten sakınanlara söz verilen Cennet şöyledir: Orada, temiz süt ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları, süzme bal ırmakları vardır.”

Bu ayette de sözü edilen doğrudan doğruya şaraptır. Ve Müslümanlara, öbür dünyadaki güzel ödüllerden biri olarakönerilmektedir.

 

Ayrıca, “Nahl Süresi”nin (16. Sure) 67. ayeti de, bu şarabın öyle manevi bir içki olmadığını, insana keyif verip sarhoş ettiğini dile getiriyor.. söyle diyor ayet: “Hurmaların meyveleriden ve üzümlerden keyif verici, mestedici (sarhoş edici) şıralar ve güzel rızk elde edersiniz. Düşünen kavimler için bunda ibret vardır.”

Bu ayette açık açık, sekeren sözçüğü kullanılmıştır. Bu da sarhoşluğu ifade eder... Bu sözcük, sekr kökünden türemiştir: sekr ise, sarhoş demektir....

 

Yine, “Insan Suresi”nde (576. Sure) 21. ayet, açık açıkşaraptan söz eder. Ayet şöyledir: “Üzerlerinde, ince yeşil ipekli, parlak atlastan elbiseler vardır; gümüş bileziklerle süslenmişlerdir. Rableri onlara, tertemiz şaraplar içirir.”

 

Yine,”Tur Suresi”nde(52. Sure) 23. ayet dolaylı olarak şarap içmekten söz eder: “Orada; birbirleriyle, saçma söyletmeyen ve günaha sokmayan kadehler kokuştururlar.”

Tokuşturulan kadehler, herhalde su veya süt bardağı değildir. Çünkü saçma söz söyletmeme ve günaha sokmama özelliği vurgulandığına göre, bu tokuşturulanlar, şarap kadehidir. Günah işlemeyen ve saçma söz söylemeyenlerin şarap içebileceklerine dolaylı bir izindir bu...

Görüldüğü gibi, Kur’an’da bile içki içmek kesin olarak yasaklanmış değildir. İçkinin kesinlikle yasak olduğu görüşü, softaların uydurmasıdır. Kesin olarak yasaklanan şey içki değil; içki içtikten sonra kötülük yapmak, kötü söz söylemektir.

İşte, Aleviler, içkinin, içtikten sonra sapıtan insanlara yasak olduğunu söylerler ve bunun da Kur’an hükümlerine uygun olduğunu belirtirler.

 

Aleviler; içkiyi, bir edepsizlik unsuru yapanlara, bunun haram olduğunu kabul ederler.

Hadis
Sünniliğin birinci dayanağı ayet ise ikinci dayanak noktası, Hz.Muhammed’in söylediği ileri sürülen sözlerdir. Bu sözlere hadis denilir. Hemen belirtelim ki, Hz.Muhammed, kendi döneminde sözlerinin toplanmasını yasaklamıştır. Çünkü o, Kur’an metinleri varken bunlara gerek duymuyordu. Ayrıca bu sözlerin Kur’an metinlerine karıştırılmasından korkuyordu. (Bkz. Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an’daki Islam, s. 51 vd.)

Kur’an’la bugün peygambere ait olduğu ileri sürülen sözler (hadisler) arasında hem anlatımda hem de anlamda büyük karşıtlılar vardır. Hatta birbirini yalanlayan yüzlerce hadis vardır.

Hadislerin yazılı hale getirilmesi ve bu konudaki ilk çalışmalar hicretten 100 yıl sonra Emevi padişahı Yezid b. Adülmelik döneminde başlatılmıştır. Bundan önce, bundan sonra, on binlerce hatta yüz binlerce hadis uydurulmuştur. Örneğin, 722’de ölen Ibn Ebil Avca ölürken şöyle diyor: “Içinde, helali haram, haramı helal kıldığım dört bin hadis uydurdum.” (Bak, Kur’an’daki Islam, s. 130)

İdeolojik alanda egemenliği ele geçirebilmek için, yönetimin özendirmesi ile yüz binlerce söz uydurulmuştur. Hatta Sünnilik içinde ayrı ayrı anlayışlar, kendini doğrulatacak ve peygambere bağlayacak sözler yaratmışlar ve yarattıkları bu sözlerle mezhepler oluşturmuşlardır.

İmam Hanbel, Imam Malik, Ebu Davut, Buhari gibi hadis aktarımcıları yüz binlerce hadis arasından (ortalama 100 bin ile 750 bin) kendilerine göre seçtikleri hadislerden bugün sağlam sayılan hadis kitaplarını oluşturdular. Ama bu kişilerle Hz.Muhammed arasında hemen hemen 200 yıllık zaman dilimi olduğu düşünülecek olursa bu hadislerin hiçbirinin güvenilir olmayacağı ortaya çıkar.

Bu konuda günümüzün Sünni din bilginleri diyor ki:
Sağlam sayılan hadisleri toplayanlar (Kütüb-i Sitte) seçimde, senet dedikleri kişiler zincirini esas aldılar. Bu kişiler kendilerini tatmin etmişse, hadisin metniyle uğraşmışlardır. Ama buna bakarak bu kişiler zincirinde hadisçilerin anlaştıkları sanılmasın. Tam aksine birinin “ak” dediğine, bir öteki aynı kuvvetle delillerle “kara” diyebilmektedir. Örnek verelim: Hadis konusunda hüccet (tartışmasız delil) sayılan kişilerden biri olan Yahya b. Main (ölüm: 847) Imam Şafii gibi bir zat için şöyle diyor: “Güvenilir bir ravi değildir.” (Bak. Kur’an’da Islam, s. 135 vd.)

Fıkıhta ve tefsirde saygın imam sayılan Ikrime için, Müslüm ve birçok hadisçi “Yalancıdır...” derken, Buhari onu göklere çıkarmaktadır.

 

Hadislerin yüzde doksan dokuzunun uydurma olduğunu eski büyük hadis toplayıcıları da söylemiştir. Dev hadisçi Darekutni şöyle diyor: “Yalan hadisler arasında sağlam hadis, siyah öküzün derisindeki tek tük beyaz kıl kadardır.” Yine büyük hadisçi Sube şöyle diyor: “Hadisçilerin onda dokuzu yalancıdır.” Mugire ed-Dabbi diyor ki: “Allah’a yemin ederim ki fasıkçılardan çok hadisçilerden korkarım.”

 

Sube bin Haccac şöyle uyarıyor: “Hadisler sizi Allah’ı anlamaktan alıkoyuyor.”

Bu hadis uydurmacılığı zamanla resmileşmiştir. Bunun sonucunda da Hadis Uyduran  Salihler adı altında toplanan ve dine hizmet için hadis uyduran bir kesim oluşmuştur. (Bak. Aynı kaynak, s. 137)

Hadis uydurma bilinçli olarak Şam’da ve buranın valisi Muaviye’nin kutsal olduğuna ilişkin sözlerle başlatıldı. Osman’a sırtını dayayan Muaviye, gerek Kur’an’a gerek Hz.Muhammed’e ait olduğunu yaydığı sözleri iktidarı ele geçirmek için kullandı. (Aynı kaynak. S. 347 vs)

Peygamberin ağzından örneğin Şam kutsal kent yapılırken Istanbul, cehennem kenti olarak anlatıldı. Sonra Istanbul övdürüldü.

Türkler ortaya çıkınca, onların kıyamet belirtisi olduğu peygambere söyletildi. Türkler güçlenince , Türklerin erdemi dile getirildi. Hep peygamberin ağzından.

Araştırmalar göstermektedir ki, Hz.Muhammed tarafından söylendiği kesin olan sözlerin sayısı 750 bin hadis arasında en fazla otuz tanedir. (Bak: Kur’an’daki Islam, s. 361)

Hadisin en sağlam sayılarını bile Hanefi Mezhebi’ni oluşturan Ebu Hanife kabul etmiyordu. Bu yüzden diğer Sünni din adamları, bu Sunni bilgini kafirlikle suçlamışlardı.

Açıkça anlaşılmaktadır ki Sünniliğin hadise dayanılarak oluşturulan kurallarının bu ayağı sağlam değildir. Bu nedenle gerek Alevilere, gerek diğer topluluklara saldırı içeren ve Sünni mezhepleri haklı gösteren hadislerin tümü uydurmadır. Örneğin “”Kaderiler benim ümmetimin Mecusilerdir. Onları gördüğünüz yerde öldürünüz.” Biçimindeki kesin kabul edilen hadis, Hz.Muhammed’ten 200 yıl sonra ortaya çıkacak olan Kaderiye akımı ile ilgilidir. Bu hadisin doğru olması olanaksız olduğu halde egemen kesimler, halkın muhalefetini kırmak için buna benzer uydurma hadisleri kullanarak kitleleri kandırmışlar ve soymuşlardır....

Günümüzde tutucu dinciler (şeriatçılar) bu yalan hadislere Kur’an ayetleri gibi sarılmaktadırlar. Yalan üzerine kurdukları sistemlerini yalan sözlerle sürdürmeye uğraşmaktadırlar. Bunlar, yalan hadislere karşı çıkanları dinsizlikle suçlamakta, aklın ve bilimin kullanılmasını engellemek için her yolu denemektedirler.

Aleviler, peygamberin akla, mantığa, iyiliğe, güzelliğe uyan sözlerine sahip çıkmışlar, ilkel ve çağdışı uydurmaları dareddetmişlerdir.

Ramazan Orucu
Sünnilikte imamın şartlarından birisi olarak da ramazan ayında oruç tutmak gösterilir.

Oruç, yanlız Müslümanlıkta değil bütün dinlerde şu ya da bu ölçüde yer almıştır. Örneğin Yahidilikte şu oruçlar vardır:

1- Yom Kipur,
2- Ester Orucu,
3- Asara Betevat,
4- 17 Temmuz Siva Asar,
5- Tisa Be Av.

Yahudi kutsal kitabı Tevrat’ta oruçla ilgili bilgi ve buyruklar yer alır: Mehemya: Bab, 9, ayet: 1, Isaya: Bab: 58 ayet:2, Tesniye: Bab: 9 ayet: 9.

Yahudilikte oruç bir günle sınırlıdır ve 24 saatliktir.
Hrıstiyanlıkta da oruçla ilgili bilgiler ve buyruklar vardır. Oruçla ilgili biçim verilmemiştir. Matta Incili bölüm 9, ayet 14, yine bölüm 4, ayet 1 oruçla ilgilidir.

Bu dinlarde oruç genelikle yapılan bir hatadan dolayı af dilemeyi içerir ve kefaret neteliklidir.

En eski dinlerden olan Mecusilikte (Zerdüştlük) oruç insanın kendini arıtmasının bir biçimi olarak yer alıyordu. Yine Sabiilikte, oruç kendini kötülüklerden arıtmanın bir yolu olarak vardı.

Mani dininde orucun büyük önemi vardı ve 12. ay oruç ayı idi. vedalardan çıkan Hint dini Brahmanizmde oruç neredeyse insanın kendisini açlıktan öldürmesi derecesinde önem kazanmıştı. Budizm bunu oldukça yumuşatmış ama orucu temel tapınma yollarından birisi olarak kabul etmiştir.

Müslümanlıkta oruç, Arapça savm olarak adlandırılmıştır. Oruç, Araplar tarafından putperestlik döneminde yine ramazan ayı içinde tutuluyordu. Yahudilerin orucu olan 10 Muharrem’e denk düşen günde de 1gün oruç tutuluyordu.

Ramazan ayında oruç tutulması, 624 yılının Şaban ayında zorunlu hale getirilmiştir. Bu zorunluluk “Bakara Suresi”nin 183. ve 148. ayetlerinde yer almaktadır. Yanlız bu sure okunduğunda görülecektir ki Ramazanda emredilen oruç  kişiyi doğru yola sokmak amacını güder ve onun yapacağı yanlışlara karşi bir diyet gibi takdim edilir. Bu uygulama Yahudilikte kefaret oruçlarına son derece benzer.

Kur’an’da yanlız Ramazanorucu olduğu biçimindeki çok yanlış bir şartlanma vardır. Ramazan dişinda şu oruç biçimleri Kur’an’da dile getirilmiştir:

1- Bakara Suresi, 196, ayete göre: Hacda kurban kesmeyenler bunun yerine 10 gün oruç tutabilir.
2- Bakara Suresi, 92. ayeti: Yanlıslıkla bir başka Müslüman’ı öldürenin (....) iki ay oruç tutması. (ıslah etme yöntemi)
3- Maide Suresi, 89. ayeti: Yalan yemin edenlerin üç gün oruç tutması....
4- Maide, 95. ayet: Hac sırasında ev hayvanı öldürenin saptanacak ölçüde oruç tutması.
5- Mücadele Suresi, 3. ve 4.ayetler: Karılarından boşanma yemini edip bundan dönenlerin 60 gün oruç tutacakları.
6- Azhap Suresi’nin 35. ayetinde oruç tutan erkek ve kadının sevap kazanacakları belirtiliyor.

Kur’an incelendiğinde, görülecektir ki, inanca bağlı olarak önerilen oruç için süre verilmektedir. Bu konuda kullarına zorluk önermeyen Islam tanrısı’nın tavrı dikkate alınırsa, Ramazan ayında 30 gün oruç tutmanın Kur’an’ın anlayışına da uymayan bir külfet olduğu hemen anlaşır.

Kur’an’da birçok yerde “Allah size zorluk önermez, size kolaylık getirmek ister.” Denilerek Islamiyetin bir kolaylık olduğu vurgulanmıştır.

Ramazan orucunun Islamın temel şartı gibi gösterilmesi ve bu orucu tutmayanların inancının eksik olduğu ise hiçbir ciddi temele dayanmayan şeriatçı uydurmasıdır. Kur’an, Müslüman olmanın koşulunun ramazan orucu tutunmak gibi bir şartı olduğunu hiçbir ayetinde dile getirmez. Hatta bunu dolaylı olarak bile söylemez.

Alevi orucuyla ilgili olarak Aşura maddesine bakınız.

Hac ve Kabe
Bugün Müslümanların Sünni kesimi, Hacca gitmeyenin Müslüman sayılmayacağı gibi bir iddiayı yüzyıllardır söyler dururlar. Hacca gitmek, Müslümanlıkta ortaya çıkmış değildir. Hac olgusu müşrikler döneminde bütün canlılığı ile yaşıyordu. Hatta peygamber bu tapınma biçimini olduğu gibi Islamiyet’e aktardı. (Bak. Leone Ceateni, Islam Tarihi, Cilt I, s. 210, H.C. Yalçın çevrisi.)

Bu tapınağın Ibrahim Peygamber tarafından yapıldığı da tarihi gerçeklere uymamaktadır. Bu konuda elde hiçbir belge yoktur. Sadece Müslümanların yarattığı bir söylence vardır. Bu söylenceyi yaratanlar tarih bilgisinden yoksun oldukları için o zamanki cahil kesimi de inandırabilmişlerdir.

Tarih kaynaklar, Ibrahim Peygamberin Isa’dan 1900 yıl önce yaşadığını belirtmektedirler. Bu durumda Hz.Muhammed ile Ibrahim Peygamber arasında en az 2500 yıllık bir süre olduğu ortaya çıkıyor.

Arabistan gibi ilkel kabile toplumunda, her boyun ayrı bir putu, her bölgenin ayrı bir tapınağı olduğu bir yerde, bir tapınağın 2500 yıl ayakta kalması mümkün değildir. Zaten Kabe, 4 duvardan ibaret bir kapı idi ve çatısı bile yoktu. Malzemesinin ilkeliği nedeniyle kısa zamanda yıkılmaya yüz tutuyor, Araplar bunu onarıyorlardı. Böyle bir yapının 2500 yıl ayakta kalması maddi olarak da mümkün değildir.

Ama Arapların putperest dönemde burada tapındıkları ve bunun putperetler tarafından çok kutsal bir yer bilindiği bir gerçektir. Hatta burası o kadar kutsaldır ki, çevresinde savaş bile haramdır. Bu yüzden de adı da Mescid-i Haram’dır. Burada kurulan panayır ve ticari ilişki, Kabe’nin daha bir kutsallaştırılmasını ve putperestler tarafından korunmasını gündeme getirmiştir. Böylece şunu diyebiliriz ki, Kabe ancak Mekke’de bir ticaret kesimin ortaya çıktığı, buraya kervanların gelip, konaklanmaya başladığı zamanlarda yapılmış bir tapınaktır ve Ibrahim Peygamber dönemine uzanan bir niteliği yoktur.

Kabe’de daha önce yapılan tapınma sırasında bu yapının çevresinde tur atılıyordu. Çıplak yapılan dönüş sırasında, eskiden dört duvarda bulunan dört taşa dokunuluyordu.

Kabe’de putperestler Hübel adlı putu saklıyorlardı. Hübel en saygın puttu. Zamanla başka boylar da buraya kendi putlarını getirip yerleştirmişlerdi. Ama tarihi kaynaklar, Kabe’nin Hübel’e makam için yapıldığını ortaya koymaktadır.

Hübel Mezopotamya’daki Hit kentinden, Arabistan’a Umru bin Lahi tarafından getirilmiştir. Kabe’de kuyunun yanına konulmuştur. (Bak. Islam Tarihi: Velhausen’den naklen ve Ishak, ibn. Hişam, Ezraki gibi Islam tarihçilerine işaretle Leone Ceatine, I. cilt, s. 216)

Kabe’de Hübel dışında altı put daha bulunuyordu. Bu putlar Arabistan’a kuzeyden gelmişti. Kendani ve Babil de bu putların kaynakları olarak gösterilmektedir.

Hübel’in kökeninin Arabistan olmadığı, bunun kaynağının Ibrani (Yahudi) dinindeki Habil olduğu ve bu sözcüğün bozulmasından Hübel adının çıktığı ileri sürülmektedir. Bu putun adıTevratta Baal olarak geçmektedir. Ve Baal Suriye’de, Irak’ta, Filistin’de en fazla tapılan ilahlardan birisidir. Bu puta Mezopotamya’da ve Babil’de Bel, Filistin’de, Ibraniler’de Baal adı verilmişti ve bunlardan Arabistan’a gelerek Arapların en ulu putu olmuştu. Arapların ilkeliği yüzünden, diğer yerlerde önemini yitiren bu put, Araplar tarafından bu topraklarda sıkıca korunmuş ve Kabe onun mekanı olmuştur. Hatta Kur’an’da bile Baal sözü beş kez kullanılmıştır. (Aynı kaynak, s. 217)

Bu küp şeklindeki dört duvardan ibaret ve çatısız tapınağın dört köşesinde dört taş bulunmaktadır.... Kabe’yi ziyarete gelenler yapının etrafında ıslak çalarak dolaşırlarken bu taşlara dokunarak onlarda bulunduğuna inandıkları tanrısal güçten yaralanmaya çalışmışlardır.

Bu taşların adları şunlardır:
1- Errükunelesved,
2- Errükuneşşami,
3- Errükunelgarbi,
4- Erükunelyemani

Bunlardan özellikle Hacerülesvad ve Hacerülyemani daha kutsal biliniyordu. Bu taşların içinde zamanla en kutsal olarak görülen Hacerülesvad (Karataş) kutsallığını sürdürdü.

Hz.Muhammt zamanında bu dört taşın dışında Safa ve Merve diye 2 başka taş ve ibadet alanı daha vardı. Bu Safa ve Merve kavramı da aynen hac olgusu gibi putperestlik geleneğinden Islam içine aktarılarak kullanılmıştır. (Aynı kaynak, s. 218)

Mekke’nin ekonomik önemine ve yönetim merkezine bağlı olarak öne geçmesiyle birlikte buradaki tapınak da öne geçmiş ve diğer bölgelerdeki Arap putları da Kabe’ye getirilerek kutsallık sürdürülmüştür ve etkisi genişletilmiştir. Hemen belirtelim ki Kabe kadar önemli bir başka tapınak da Yemen’de bulunuyordu. Çünkü Yemen o sıralarda en az Mekke kadar ticarette gelişmiş bir yerdi ve bir finans merkezi idi.

Araplar Kabe’ye kutsallık kazandırmak için uydurdukları masallar, Islamiyet’en sonra da sürdü. Hatta bunlardan Ibn Abbas, Kabe’nin kuruluşunu insanın yaradılışı tarihine kadar çıkardı. Bunlar, Kabe’yi yapanın Ibrahim değil Adem Peygamber olduğunu yaydılar ve öykü pek çok kişi tarafından doğru gibi kabul edildi. Bu masal aslında Kur’an’a aykırı idi. çünkü Hz.Muhammed, Kur’an’da bu tapınağı Kur’an’ın Ibrahim ile oğlu Ismail olduğunu belirtiyor.

Öte yandan Mekke kentinin temellerinin Kusay tarafından atıldığı ve mabedin de ancak bundan sonra kurulabilmiş olacağı hiç düşünülmedi... Islamiyet süresinde savaşlar sırasında Kabe’nin kutsallığı hiç dikkate alınmamıştır. Örneğin Emevi kumandanı Haccac,  Kabe’yi mancınıkla taşa tutturmuş ve yakmıştır.

Hac olgusu, Islamiyetten sonra da hemen hemen eski özelliğini korumuştur. Bugün Hac tapınması, Islamiyetten önceki gibi yapılmakta, Kabe’nin çevresinde dönülmekte, Karataş’a el sürülerek onun kutsal olduğu benimsenmektedir. Burasının Allah’ın evi olduğu söylenerek, gerçekte Kur’an’da yeri yurdu belli olmayan Allah, belli bir yerle de sınırlandırılmakta ve böylece de bir çelişki ortaya çikarılmaktadır.

 

Aleviler, yukarıdaki nedenlerden dolayı Kabe’ye gitmeyi gereksiz görürler ve Allah’ın mekanının ancak insan kalbi olabileceğine inanırlar. Bu nedenle, insan kalbi kazanmayı hacca gitmek olarak anarlar.

Yunus Emre’den günümüze kadar bütün Alevi ozanları Hac olayını insan kalbiyle sınırlamıştır. (*)

Hac Görevleri
Cahiliye Araplarında soyluluğun, üstünlüğün, şerefin en sağlam kanıtı da Hac ile ilgili işleri üstlenmek idi.

Kabe Mekke’de bulunduğu için, Kabe yönetimi de Kuryş kabilesinin elinde idi. Kabe’nin yönetimi, Kureyş’in güçlü lideri Kusay zamanında (ölümü miladi 480 yılıdır.) elde edilmişti. Çünkü Kusay, göçebe haldeki Kureyş boylarını yerleşik yaşama geçirmişti.

Hac’da yapılacak hizmetleri ve ibadetin belli biçime sokulmasını Kusay bir disiplin altına aldı. onun zamanında geliştirilen temel hac hizmetleri şunlardır:

 

Rifade: Kabe’nin yönetimini ele geçiren Kusay, diğer Arapları memnun ederek itirazlarını gidermek için kendi kabilesine dedi ki: “Araplar için yemekten büyük ikram yoktur. Bu yüzden herkes malından bir parça ayırsın. Çünkü Hac mevsimi geldi.”

Kusay, Haccın ilk günlerinde Mekke yollarında ve şehirde develer kestirip hacılara ikram ederek onları doyurdu ve gönüllerini aldı. böylece rifade geleneği başlamış oldu. Kabe’nin çevresine yerleşmeye itirazı gidermek üzere Kusay’ın geliştirdiği bu yöntemle Cahiliye döneminde Mekke’de Mina’da ve Arafat’ta kesilen develer, hacılara yediriliyordu. Bu durum zamanla gelenek haline geldi ve Islam’dan sonra da devam etti.

Sikaye: Bu iş ise hacılara su temin etme görevidir. Kusay bu görevi de üzerine aldı. O, Kabe’nin yanına derinden bir havuz yaptırmıştı. Buraya uzak kuyulardan su getirip doldurtmuş ve hacılara su temin etmişti. İki de kuyu kazdıran Kusay’dan sonra bu görevi üstlenenler, Hacda deri havuzlara doldurulan suyla üzüm ve hurma şerbeti yaptırarak hacılara vermişlerdi. Su taşıma işi Haşim’in oğlu Abdülmütalib’in Zemzem kuyusunu kazıp buradan su çıkarmasına kadar devam etmiştir.

O dönemde Arafat’ta vakfe yapanlar buradan Müzdelife’ye doğru hareket ettiklerinde onlara yol göstermek için burada ateşler yakılırdı.

Kusay zamanına kadar, müşriklerden Hacca gelenler, Mina’da Şeytan taşlarlardı. Fakat, ilk taşı Sufe kebilesinden birisinin atması gelenekti. Hacılar ancak onunla birlikte Şeytana taş atarlardı. Kusay taraftarları, Sufelilerle savaşarak onların elinden bu görevi de aldılar. (Taberi, IV, s. 33)

Kusay, Kabe binasını da yıkıp yeniden yaptırdı ve ona sedir (veya hurma) ağacı dallarından tavan da koydurdu (Emevi-Haşimi ilişkileri, s. 47).

Hicabe (Sidane): Kebe’nin bakım işidir. Bu görevi ilk üstlenen kişi de Kusay’dır. Bu görevi sembolize eden Kabe’nin anahtarı, daha önce başka kabilede iken Kusay onu uzun mücadeleler sonucu elde etmiştir.

Darünnedve: Darunnedve, Kusay’ın Kabe’nin yanına inşa ettirmiş olduğu evdir. Bu evde toplanan ve Nedve adı verilen kurul, Kureyş’in genel işlerini görüşürdü ki burasını bir tür Parlamento saymak doğru olur.

Kusay öldükten sonra riyasetle (reislik, yöneticilik) birlikte Kabe’nin yönetimi de onun oğullarına geçmiştir. Bunlardan Abdümenaf, Islam tarihinde ilk farklı zihniyeti de temsil eden çatışmanın kaynağını oluşturan Haşimilerin ve Emevilerinen yakın ortak atasıdır.

Liva: Sancaktarlık görevidir. Liva, yani sancak Kabe’de bulunurdu ve savaş zamanında oradan alınıp sancaktara teslim edilirdi. Bu da çok şerefli bir görevdi.

Kabe’nin yönetimi Haşim’den Abdülmütalib’e, ondan da Hz.Ali’nin babası Ebu Talib’e geçmişti. Ebu Talip’ten sonra bu görev, kardeşi Abbas’a geçmiştir. Bu görevlendirmeyi Mekke’yi ele geçiren Hz.Muhammed de onaylamıştır. Tarih’te Abbasiler (750-1256) olarak var olan devlet de Hz.Ali’nin bu amcasının adı ile anılmıştır. Abbasilerin soyuna Abbasiyyun, Hz.Ali’nin bulunduğu soya ise babası ile ilintili olarak Talibiyyun denilmiştir. Abdülmuttalib’in babası Abdullah, Haris ve Islam düşmanlığı ile ünlü olan Ebu Leheb’dir.

Hübel’in Evi
Islamiyet’en önce Kaba’nin nasıl kullanıldığını Taberi şöyle anlatıyor:
“Hübel, Mekke’deki Kureyş putlarının en büyüğü ve kutlusu olup Kabe’nin içindeki kuyunun üzerine yerlestirilmişti. Kabe’ye hediye edilen mal ve eşya bu kuyuda toplanırdı.

Hübel putunun yanında yedi tane oku vardı. Bunlardan birisinin üzerinde “kan pahası” yazılı idi. Kan pahasının kimin tarafından ödeneceği hakkındaaralarında ihtilaf başgösterince bu yedi oka başvururlardı. Bu oklardan birine, bu işin yapılmasını emretmek üzere “evet” yazılmıştı. Evet yazılan ok çıkarsa işi yaparlardı. Bir tanesinin üzerine “hayır” yazılı idi. bu ok çıkarsa o işi yapmazlar, bırakırlardı. Diğer bir ok, “sizden” kelimesi yazılmıştı. Başkalarının üzerine “sonradan iltihak etmiş”, “sizden başkasından” ve başka birisinde “sular” yazılı idi. bir yerde kuyu veya çeşme kazmak isterlerse, sular ibaresi yazılı ok dahil olduğu halde bunlara (7 oka) başvururlardı. Nereden kazılması emredilirse kuyu veya çeşmeleri orada kazarlardı. Bir çucuğu sünnet ettirmek, bir yiğitle bir kızı evlendirmek, bir ölüyügömmek istediklerinde, yahut birinin nesebinden şüphelenirlerse yüz dirhem para ve bir deve olarak Hübel putunun yanına gelir; bu sadakayı okları idare eden kimseye (kahine) verdikten sonra mutlub (ilgili) olan şahsı putun yanına getirerek, “Ey ilahımız, bu felan oğlu falandır. Onun için şu işleri yapmak istiyoruz, hakkında hayırlı oku isabet ettir.” Eğer “sizden” ibaresi yazılı ok isabet ederse o kimse kavmin en asili ve hayırlısı sayılırdı. “sizden başkasından” oku çikarsa, o kimse, ittifak ve andlaşma yoluyla o kavme intisap etmiş (katılmış) sayılırdı. “Ilhak edilmiş” yazılı ok isabet ederse, o Araplar arasında nesepsiz ve andlaşma ile de uruğa (kabileye) dahil olmamış sayılırdı.

Bunlardan başka hususi ve umumi işlerde, “evet” yazılı ok çıkarsa onu yaparlardı; “hayır” yazılı ok isabet ederse,  gelecek yıla geciktirirler; gelecek yıl o kimseyi Hübel putunun yanına getirirler, bu defa hangi ok isabet ederse ona göre amel ederlerdi. (Cilt IV, s, 4-5).

Örneğin, Hz.Muhammed’in dedesi, 10 oğlundan birisini kurban etmek için Hübel putunun yanındaki bu okları çektirmişti.

Kabe’deki diğer ünlü putlardan ikisi de Esef ve Naile putları idiler. Kurbanlar bu iki putun yanında kesilirdi.

Çıplak Tavaf
Araplar, Kabe’yi çıplak halde tavaf ederlerdi. Bu durum 631 yılında yasaklanmıştır. Peygamber, “Tevbe Suresi”nin ilk 30. veya 40. ayetini okumak ve tebliğ etmek üzere Hz.Ali’yi Mekke’ye gönderdi. Bu tebliğle artık müşriklerin Kabe’ye gelemeyeceklerini ve çıplak halde Hacc edemeyecekleri duyuruldu. (Taberi, V, s. 776)

Araplar, Islam öncesi Haclarında el çırpıyorlar, bağırıyorlardı. Kur’an bu hacca müşrik haccı diyor. “Enfal Suresi”nin 34., 35. ayetleri bu konu ile ilgili tarihi bir belgedir. Bu ayetlerde eski eski hac eleştirilirken bu işin el çırparak ıslık çalarak yapıldığı açıklanıyor.

 

Yine müşrik Araplar Kabe çevresinde kurban keserler, bu kurbanın kanını da Kebe’nin duvarına sürerlerdi. Bundan amaçları ilahların hoşunu gitmek ve hayır kazanmak. Kur’an, bu şekilci ibadeti de yasakladı. Kurban olgusunda yeni bir yorum grtiren “Allah’a ulaşacak  olan kurbanların etleri ve kanları değil, sizin doğruluğunuzdur.”

Bu kurban kanını sürmek geleneği günümüzde de görülüyor. Özellikle otomobil alanların tekerleklere kurban kanını sürmesi, putçuluk döneminden kalan bir uygulamadır.

Araplar Kabeyi Yaktılar
Kabe’nin kutsallaştırılarak çevresinde savaş yapılmasının engellenmesi burayı Haram Mescid (kavganın yasak olduğu tapınak) haline getirdi. Böylece orası tüccarlar ve kervancılar için güvenlikli hale getirildi. Dört ayında kutsal ilan edilmesi ile savaşları belli bir süre ertelemek mümkün oldu. böylece ticaret gelişti ve Arabistan’ın dünya ile güçlü bağları oluştu.

Müslümanlık gelişip devlet dini olunca, Emeviler Arap emperyalizmini yaygınlaştırdılar. Bu süreçte amaç, mal, köle, toprak kazanmaktı. Bunun yolu da iktidarı elde tutmaktan geçiyordu. İktidara zarar verecek eylemleri önlemek için Kabe bile bombalanabilirdi.

Bunun en açık örneği Zübeyr’in oğlu Abdullah’ın Meke’de isyan etmesi sürecinde görüldü. Ibn Zübeyr 683’de Halife Yezid’e başkaldırınca Emevi ordusu onun bulunduğu Mekke’yi kuşattı. Şamlılar, Kabe’yi yıkmak için mancınıklar diktiler, hatta ateşe verdiler. Kabe’nin duvarları yandı. Vakıdi şöyle demiştir: “Şamlılar” mancınıkla Kabe’ye taş atarken şöyle diyorlardı: “Ağzı köpük saçan deve gibi atıyor. Onunla Mescid’in direklerini vuruyoruz.” (Ibn Kesir, c.8, s. 367)

Bu sırada Yezid ölünce Şam ordusu çekildi. Zübeyroğlu Abdullah kendisini Mekke’de halife ilan etti.

Abdullah, Kabe’yi yıktı. Çünkü, mancınıklarla atılan taşlar yüzünden Kabe’nin duvarları yıkılmak üzereydi. Hacerülesved, ipek şala sarılıp bir tabutta saklandı. Kabe’deki esanslar, ziynet eşyaları ve kumaşlar da bir mahzende saklandı. İbn Zübeyr, daha sonra Kabe’yi yeniden yaptırdı.

İbn Zübeyr 692’de öldürüldü. Yusufoğlu Zalim Haccac, Zübeyr’i yenip Mekke’yi ele geçirince, o da Kabe’yi büyük oranda yıktı. Haccac, Kabe’nin kuzey duvarını yıktı. Hacerülesved’i çıkarttı. Kabe’nin yıktığı duvarının taşlarını Kabe’nin tabanına döşedi, kapıyı yükseltti. Batı kapısını da örtü. Kabe’nin bu hali devam edip gelmiştir. (Ibn Kesir, c.8, s. 404).

Haccac, bu yıkımda, doğuya bakan duvarın alt tarafını doldurup tamir etmiş ve cahiliye devrindeki gibi yükseltmişti.

929 yılında Abbasi yönetimine isyan eden Karmati mezhebinin lideri Ebu Tahir Mekke’yi ele geçirdi. Hac mevsiminde, tavaf eden hacıları, Kabe’nin kapısına oturu pkılıçla kesti. Karmati Lideri, “Ben Allah’ım, Allah’layım, yaratan da yok eden de benim!” diyordu. Hacılar kaçıp Kabe’nin örtüsüne yapışıyor ama o, o halde öldürülüyorlardı.

Ebu Tahir öldürdüğü hacıları Zemzem kuyusuna doldurtu. Zemzem kuyusunun üstündeki kubbeyi yıktıran Ebu Tahir Kabe’nin örtüsünü parçalatıp askerlere dağıttı. Kabe’nin kapısını söktürdü.

Ebu Tahir, bununla yetinmedi. Hacerülesved’in sökülmesini emretti ve bunu balyozla sötürüp yanı sıra götürdü. Hacerülesved, 22 sene dısarıda kaldı. (Ibn Kesir, c. 11, s. 282)

Hacerülesved, 1022 yılında da saldırıya uğradı. Mısırlı birisi hacılarla gelip Kabe’yi tavaf etti ve Hacerülesved’i öpeceği sırada elindeki gürzle o mübarek taşa tam üç kez vurdu. Adam, “Ne zamana kadar şu taşa ibadet edeceğiz. Ne Muhammed ne de Ali beni yapacağım işten alıkoymayacaktır. Bugün şu Beyt’i (evi) yıkacağım” dedi. Bunun üzerine yeminli birisi onu öldürdü, adamları da öldürüldüler. (Ibn Kesir, c.12, s. 84)

Günümüzde tek Allah tek mabed inancından yola çıkanlar, bütün dünyanın Allah’ın evi olduğunu düşünüyorlar.

Meleklere Inanç
Müslümanlıktaki temel ilkelerden birisi de meleklere inançtır. Melekler, soyut varlıklar biçiminde tasarlanmıştır.

Melekler, başlangıçta yer ve gökte var olduğuna inanılan iyi ve kötü ruhların zaman içinde biraz değişme uğraması ile oluşturulmuş dinsel kavramlardır. Eskiden Tanrı olarak tapılanbazı kavramların da zamanla melek biçimine dönüştüğü süreç içinde gözlenmektedir. Örneğin Yahudi ve Islam dinindeki meleklerin aslında çok tanrılı Ortadoğu dinlerinde eskiden tanrı oldukları, tek tanrı kavramının gelişmesi karşısında bu tanrıların bir bölümünün reddedilip yok sayıldığı, özellikle doğu güçlerini simgeleyen tanrıların ise melek biçiminde tek tanrı inancının içinde yaşatıldığı açıkça gözlenmektedir.

1- Michail: Anlamı; Kim Tanrı gibidir.
2- Gabriel: Anlamı; Tanrı adamı.
3- Uriel: Anlamı; Tanrı ışığımdır.
4- Rafael: Anlamı; Tanrı iyileştirdi.

Burada adı edilen melekler, hemen hemen hiç değiştirilmeden Islamiyet’e aktarılmıştır. Yanlız önemleri değişmiş, Michail’in yerine Gabriel (Cebrail) gelmiştir. Meleklerin, eski dönemlerde Tanrı sayıldıkları adlarından anlaşılmaktadır. Çünkü adlarının sonundaki “el” Tanrı demektir. Cebrail, Cebr Tanrı anlamına gelir.

Meleklere inanış Mecusilikte de etkilidir. Bu dinde Islamiyet’teki Cebrail’in görevine benzeyen bir görev yapan Vohu Manah vardır. Bunun daha eskilerdeki adı ameşe Spantes idi.

Sabiilerden ise Cebrail biçiminden anlatılan melek zaman zaman yaratıcı durumunda da ortaya çıkar.

Melek kavramı, bütün dinlerde şu ya da bu biçimde yer alan bir olgudur. İnsanlığın genel gelişim evresinde bilgi ve algılama süreçlerinin basit ve doğaya bağlı olduğu dönemlerde yarattıkları hayali kavramlardır. Bunların, eski tanrıların bir devamı olduğunu da görmek gerekir. İnsanoğlunun toplumsal yaşamdan kendi hayatından aldığı olumlu ve olumsuz kavramları; melek adı altında soyutlaştırdığı da ayrı bir görüştür.

Bugün bilim ve akıl, bunların gizlerini çözdüğünden, bunlara inanmamanın dinsizlik olduğunu söylemek, anlamsız hale gelmiştir.

Ahiret Inancı
İslamiyet’teki cennet ve cehennem inancı başta Yahudilik olmak üzere; bölgede ortaya çıkan eski dinlerdeki öte dünya inancının sürdürülmesinden başka  bir şey değildir. Yahudilikte bu inancın ilk belirtileri M.Ö. VI. Yüzyılda  görülmüştür. Bunun oluşumunda Mecusiliğin önemli etkisi olmuştur. Mecusilerin peygamberi Zerdüşt, sık sık insanların hesap günü hesap vereceklerini söyleyerek Kur’an’dakine çok benzeyen bir öte dünya (ahiret) yaklaşımına girer.

Mazdeizm denilen bu dindeki öte dünya inancı Müslümanlığa çok etki etmiştir. Çünkü Müslümanlıkta yer alan sIrat Köprüsü, bu köprünün altında yer alan yakıcı cehennem anlatımı, Mazdeizmde aynen yer alır.

Zerdüşt inancında Ayrılık Köprüsü anlamına gelen Sinvant Köprüsü vardır. Köprünün bir kılıcın ağzı gibi keskin ve ince olduğu anlatılır. İşte inançsızların ruhu, dünya ile ahireti birleştiren bu köprüden geçerken cehenneme düşer.

Sinvant Köprüsü, Mecusilikten Müslümanlığa hiç değiştirilmeden aktarılmış ve adı da Sırat Köprüsü yapılmıştır.

Yunus Emre, XIII. Yüzyılda şeriatçılar tarafından halkı korkutmak için çok kullanılan Sırat Köprüsü olgusunu açık biçimde reddetmiştir. Bunu, şathiyelerinden birinde şöyle dile getirir:

Sırat kıldan incedir
Kılıçtan keskincedir
Varup onun üstüne
Ecler yapasım gelir.

XVI. yüzyıl Alevi dedesi ve ozanı olan Pir Sultan Abdal da bir şiirinde şöyle der Sünni tutuculara:

Korkusun çektiğin Sırat Köprüsü
Hakka doğru giden kullara neyler.

Cehennem inancı kötülük ve karanlık inancının gelişmiş biçimi olup başlangıçta kötü ruhların ve kötülük Tanrılarınınmekanı olarak tasvir edilmişti. Daha sonraları, dünyadaki inançsızların ruhlarının gideceği yer olarak tanımlandı. Cehennemdeki melekler de eskiden yeraltı Tanrılarının görevlerini üstlendiler.

Cehennem sözcüğü, Ibrani kaynaklıdır. Burası Kenanilerin Tanrısı Baal’e adanan çocukların yakıldığı vadinin adıdır. “Hinnon Oğulları Vadisi” anlamına gelen “Ge bne Hinnon” zaman içinde kısalarak “Gehenna” olmuş, bundan da zamanla Cehennem sözcüğü türemiştir. (Bak. Musa ve Yahudilik). Dünyada bulunan vadinin adı, tek Tanrılı dinlerde, yeri belli olmayan bir tanrısal mekana dönüştürülmüştür.... Cehennem böylece ortaya çıkmıştır.

Cennet ise başlangıçta ışık, güneş ve genelde gök Tanrılarının mekanı olarak tasvir edilmiştir. Cennet, bütün dinlerde genellikle göksel bölgelerde anlatılmıştır. İslamlıkta da cennet göklerin ötesinde, son sınırdadır.

Cennet, sözcük anlamı olarak bahçe demektir. İbraniler cennete Aden (Eden) derler, Bu da eski Babel dilinde Edinu’dan türemiştir. Edinu ise bahçe demektir. İslam, bütün dinlerde bulunan cenneti bu yoldan almıştır.

Kur’an’da anlatılan cennet içinde insanların yaşadığı güzel bir bahçeden başka bir şey değildir.

 

Aleviler, cennet ve cehennemi bu dünyadaki iyi ve kötü oluşlar, durumlar olarak yorumlarlar. Bu yorumla, eski çok Tanrılı din geleneğinden ayrılır ve bu olguyu dünyalaştırırlar.

Kitap: Türk Aleviliği
Yazar: Rıza Zelyut
Ekleyen: Seyyid Hakkı

Alevilikte Inanç - Seyyid Hakkı sayfamızı önerelim ve yönlendirelim. * YouTube, Alevilikte inanç-Seyyid Hakkı kanalımız: https://www.youtube.com/user/YediDeryaSohbeti62 * YouTube, Hakk Dergahı TV kanalımız: https://www.youtube.com/@hakkdergahitv8618 * Facebook, Hakk Dergahı muhabbet grubumuz: https://www.facebook.com/groups/244039227002241 * Fcebook, Hakk Dergahı Ilim Irşad sayfamız; https://www.facebook.com/profile.php?id=100057353323519 * WEB sayfamız, Alevilikte Inanç-Seyyid Hakkı; https://www.alevilikte-inanc.de/ * Facebook, Seyyid Hakkı özel sayfamız; https://www.facebook.com/SeyyidHakkiAL/ Aşk ile Canlar...